Aşırı sağın toplumlara dayattığı nefret ve ayrımcılık dalgası, bireylerin güvenini sarsan, onları yalnızlaştıran bir düzen yaratıyor.
Günümüzde aşırı sağ dalgası, dünyanın dört bir yanında yükseliyor ve yalnızca siyasi arenada değil, toplumsal dokunun en derinlerine kadar yayılıyor. Avrupa’dan Latin Amerika’ya, Kuzey Amerika’dan Asya’ya kadar, otoriter, göçmen karşıtı ve ayrımcı eğilimler güç kazanıyor.
Bu akımlar; göçmenlere, farklı etnik ve dini gruplara, LGBTQ+ bireylerine ve kadınlara yönelik nefretle kendini besliyor ve birçok ülkenin siyasi ikliminde derin yaralar açıyor. Aşırı sağ politikaların toplumlarda yarattığı bu öfke, aynı zamanda ciddi sosyal sonuçlara yol açarak toplumsal bir “zehir” gibi yayılan bir korku ve güvensizlik iklimi oluşturuyor.
Aşırı sağ politikaların etkisi yalnızca sokaklara değil, aynı zamanda hukuki düzenlemelere ve yönetim biçimlerine kadar uzanıyor.
Avrupa Birliği ülkelerinde göçmen karşıtlığı, yalnızca belirli bir politik stratejinin değil, otoriterleşen bir devlet zihniyetinin de parçası olarak güçleniyor. Mültecilere yönelik sert sınır dışı politikaları, ülkelerin “güvenlik” adına geliştirdiği sınır ötesi şiddet araçlarıyla derinleşiyor. Özellikle Yunanistan, son yıllarda göçmenleri durdurmak için sınırlarında giderek daha sistematik bir şiddetle karşılıyor. Bu strateji, yalnızca bir önleme değil, aynı zamanda caydırma yöntemi olarak işliyor. Göçmenleri geri püskürtmek, onları insan haklarından yoksun bırakmak ve şiddet uygulamak Avrupa’da normalleştiriliyor; sınırda öldürmek bile bir “gereklilik” olarak sunuluyor.
Bu durum, sadece Yunanistan’la sınırlı değil; İtalya ve Macaristan gibi ülkelerde de göçmen karşıtı söylemler, toplumu korkutmak ve düşmanlıkları derinleştirmek için kasıtlı olarak kullanılıyor. Aşırı sağcı liderler, “ulusal kimlik” ve “kültürel değerler” bahanesiyle homojen bir toplum vaadinde bulunuyor. Bu, yalnızca dışarıdan gelen insanlara değil, aynı zamanda ülkelerdeki azınlık gruplara da doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Göçmen karşıtlığının yalnızca bir söylem değil, faşistleşen bir devlet aygıtının kamusal yüzü olduğunu görmek gerek. İktidarlar, göçmenleri bir tehdit olarak tanımlayıp halkın en temel korkularını besleyerek, militarist devlet yapısının meşruiyetini de artırıyorlar.
Göçmen karşıtı bu politikalar, bir yandan bireylerin birbirine olan güvenini zayıflatırken diğer yandan toplumsal dayanışmayı kırılgan hale getiriyor.
Almanya’da aşırı sağcı grupların camilere ve sinagoglara yönelik saldırılarının artması, devletin güç ilişkileriyle korunan ırkçılığın en açık dışavurumu. Camilere ve sinagoglara yönelik saldırılar sadece inanç özgürlüğünü tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda tüm toplumda bir korku atmosferi yaratıyor. Bu saldırılar, göçmenlerin, farklı etnik grupların ve dini azınlıkların Almanya’da güvende hissetmelerini engelliyor; onları, gözdağı verilmiş birer yabancı gibi toplumun dışına itiyor. Faşizmle kol kola ilerleyen bu nefret politikası, toplumun belli kesimlerini sindirme stratejisi olarak işliyor.
İngiltere’de ise durum farklı değil; Asya kökenli bireyler ve Afrika kökenliler hem sokakta hem medyada hem de iş yaşamında ayrımcılıkla, sistematik nefret söylemleriyle karşı karşıya. Bu nefret kültürü, yalnızca bireylere yönelik saldırılarla sınırlı kalmıyor; toplumun en temel güven duygusunu kökünden sarsıyor. Aşırı sağcı söylemler, ayrımcılığı sıradanlaştırarak, insanların bu şiddeti içselleştirmesine ve başkalarının acısına duyarsız kalmasına neden oluyor. Bu duyarsızlaşma, nefret söyleminin ve eylemlerinin toplumsal kabul görmesini sağlayan bir araç haline geliyor.
Aşırı sağın beslendiği bu nefret kültürü, güvenli hissetme hakkını yok ediyor. Bir toplumda bireyler, dinî veya etnik kökenleri nedeniyle güvende hissedemiyorsa, bu, sadece bireylerin değil, tüm toplumun özgürlüğüne, bir arada yaşama iradesine doğrudan bir saldırıdır. Nefretin ve ayrımcılığın giderek sıradanlaştığı bu ortamda devlet, sadece nefret dolu politikaları teşvik etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu saldırılar karşısında sessiz kalarak faşizmin yayılmasına zemin hazırlıyor. Bu düzenin korunması, toplumun bir kısmını güvende hissetme hakkından mahrum bırakırken, geri kalan kısmı da devletin izin verdiği bir korku döngüsünde hapsediyor.
Öte yandan, aşırı sağ dalgasının toplumsal yapıyı hedef alan bir başka önemli unsuru, kadın haklarına yönelik tehditlerdir.
Kadınların çalışma hayatındaki varlığı, toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü ve cinsiyet eşitliği, aşırı sağcı ideolojiler için sürekli bir tehdit alanı olarak görülüyor. Bu ideolojiler, toplumsal normları korumak adına, kadınların ekonomik bağımsızlığını ve toplumsal katılımını hedef alarak, geleneksel cinsiyet rollerini yeniden inşa etme çabasında. Polonya’daki katı kürtaj yasaları, kadınların beden üzerindeki haklarını doğrudan ihlal eden bir örnek teşkil ediyor. Bu yasalar, kadınların sağlık ve özgürlük haklarını hiçe sayarak, devletin bireyler üzerindeki kontrolünü artırmayı amaçlıyor. Böylece, kadınların yalnızca kendi bedenleri üzerinde değil, aynı zamanda yaşamları üzerinde de iradeleri dışındaki bir müdahaleye maruz kalmaları sağlanıyor.
İspanya’da ise, aşırı sağcı söylemler kadınları geleneksel aile yapısına zorlamakta, toplumu “koruma” bahaneleriyle kadınların toplumsal rollerini belirlemeye çalışıyor. Bu yaklaşım, kadınların iş yaşamındaki varlığını tehdit ederek, onları sadece ev içindeki rollerine hapsetmeyi hedefliyor. Kadınların ekonomik bağımsızlık kazanmasının önündeki en büyük engellerden biri, bu tür ideolojik baskılardır. Aşırı sağcı gruplar, kadınların toplumsal yaşamdaki rolünü daraltarak, erkek egemen bir düzenin yeniden inşasına hizmet ediyor.
Bu noktada, aşırı sağın kadın haklarına yönelik saldırıları, yalnızca bireysel özgürlükleri değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı da tehdit ediyor. Kadınların özgürlüklerine yönelik kısıtlamalar, toplumun yarısının haklarını ihlal eden bir düzen yaratıyor; bu durum, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesine ve cinsiyet temelli ayrımcılığın normalleşmesine yol açıyor. Aşırı sağ, bu tür politikaları savunarak, kadınların kendilerini ifade etme, karar alma ve toplumsal hayatta aktif olma haklarını ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Aşırı sağın LGBTQ+ bireylerine karşı beslediği nefret, bu bireylerin toplumdan dışlanmasına ve hatta fiziksel saldırılara maruz kalmasına neden oluyor.
Rusya’da LGBTQ+ bireylere yönelik nefret suçlarının artışı, sadece bir insan hakları ihlali değil, aynı zamanda bir toplumun insanlığa karşı verdiği bir sınavdır. Devletin desteklediği bu nefret iklimi, LGBTQ+ bireyleri hedef alarak, onları yalnızlaştırmayı ve toplumdan dışlamayı amaçlıyor. Eşcinsellik karşıtı yasaların ve ayrımcı söylemlerin meşrulaştırılması, şiddeti ve nefret suçlarını artıran bir ortam yaratıyor. Bu durum, LGBTQ+ bireylerin hayatlarını tehdit altında hissetmelerine ve güvenli bir şekilde var olma haklarının ihlal edilmesine neden oluyor.
Orta Avrupa’da, özellikle Polonya’da, LGBTQ+ bireylerin yaşam alanlarının daraltılması, bu nefret kültürünün daha sistematik bir şekilde ortaya çıktığını gösteriyor. “LGBT İdeolojisinden Arınmış Bölgeler” ilan edilmesi, yalnızca bireyleri dışlamakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bir ayrımcılığı da meşrulaştırıyor. Bu tür uygulamalar, bireylerin kendi kimliklerini özgürce yaşama haklarını yok sayarak, toplum içinde bir korku atmosferi yaratıyor. Aile yapıları, dini inançlar ve toplumsal normlar üzerinden yürütülen bu ayrımcı politikalar, LGBT bireyleri yalnızlaştırırken, aynı zamanda toplumun geniş kitlelerinde nefretin artmasına zemin hazırlıyor.
Bu nefret dolu politikalar, toplumun bağlarını zayıflatarak, insanların birbirine olan güvenini sarsıyor. LGBTQ+ bireylere yönelik saldırılar ve ayrımcılık, sadece bu bireyleri değil, toplumun tüm kesimlerini etkileyen bir mesele haline geliyor. İnsanların kimlikleri üzerinden oluşturulan bu ayrımcılıklar, toplumdaki dayanışma duygusunu zayıflatıyor, insanları birbirlerine karşı düşmanlaştırıyor.
Birçok ülkede, aşırı sağ politikaların zemin bulduğu ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, giderek derinleşiyor.
ABD’de son yıllarda artan gelir eşitsizliği, insanların ekonomik güvenlikten uzak bir yaşam sürmelerine yol açarak, toplumsal huzurun sarsılmasına neden oluyor. Zengin ile yoksul arasındaki uçurum, sadece maddi varlıkların dağılımındaki adaletsizlikle sınırlı kalmıyor; bu durum, sosyal ilişkilerin de derinlemesine bozulmasına neden oluyor. İnsanlar, ekonomik kaygılarla boğuşurken, toplumsal dayanışma ve empati duyguları zayıflıyor. Bu da, toplumsal öfkenin artmasına ve bir arada yaşamanın getirdiği huzurun kaybolmasına yol açıyor.
Bu ekonomik eşitsizlikler, aynı zamanda aşırı sağın yükselmesine zemin hazırlayan en önemli etkenlerden biri haline geliyor. İnsanlar, geçim derdine düşerken, aşırı sağcı söylemler, bu korku ve güvensizliği manipüle ederek, düşmanlık ve öfke duygularını besliyor. Zenginler ile yoksullar arasındaki çatışmayı daha da derinleştiriyor ve bu durumu daha fazla ayrışma ve kutuplaşmaya dönüştürüyor. Ekonomik eşitsizliğin yarattığı bu gerilim, toplumda bir “başkası” arayışına dönüşerek, çeşitli grupların hedef alınmasına zemin hazırlıyor. Zenginler, kendi çıkarları doğrultusunda bu durumu istismar ederken, yoksul kitleler daha da marjinalleşiyor.
Ne yazık ki, mevcut siyasi iktidarların bu derinleşen eşitsizliklere karşı sunduğu çözümler genellikle yüzeysel ve geçici. Bu tür politikalar, köklü bir değişim sağlamaktan uzak kalırken, daha derin bir öfke ve hayal kırıklığı doğuruyor. İnsanlar, geçim sıkıntıları ile boğuşurken ve umutsuzluk içinde kıvranırken, yalnızca sembolik adımlar atan bir yönetimle karşı karşıya kalıyorlar. Bu da, insanları radikal çözüm arayışlarına yönlendiriyor; bir yandan öfke patlamaları yaşanırken, diğer yandan daha fazla toplumsal ayrışma ve kutuplaşma kaçınılmaz hale geliyor.
Toplumun tüm kesimlerini kapsayan ve adaletsizliği kökten kazımayı hedefleyen bir dönüşüm olmadan, bu tehlikeli aşırı sağ dalgasının durdurulması mümkün değil. Eşitsizlikleri azaltmayı ve dayanışmayı artırmayı hedefleyen bir ekonomi politikası, ancak toplumun her bireyinin sosyal haklara erişimini sağlayarak kalıcı bir etki yaratabilir. Cinsiyet eşitliğini ve farklı kültürel kimliklerin birlikte yaşama hakkını savunan bir eğitim anlayışı, gençleri hoşgörüye ve saygıya yöneltebilir. Bu anlayışın toplumsal normlar haline gelmesi ise, köklü bir dönüşüm süreci gerektiriyor. İnsanların, toplumun tüm bireylerine eşit şekilde saygı duyduğu, nefretin yerini anlayışın aldığı bir gelecek ancak bu dönüşümle mümkün olabilir.
Toplumun bireyden kuruma kadar her katmanında ayrımcılığın ve adaletsizliğin köklü bir dönüşümle ortadan kaldırılması, yalnızca bireylerin değil, toplumların öz değerlerinde devrimsel değişimler yaşanmasını zorunlu kılar. Bu dönüşüm, mevcut güç dinamiklerini sorgulamak ve onları yeniden şekillendirmek demektir. Ancak bu, sistemin işleyişine dair sorgulayıcı bir bakış açısıyla mümkün olacaktır.
Ayrımcılık yerine insani değerlerin hâkim kılınması sadece bir hedef değil, aynı zamanda bir zorunluluktur.
Ayrımcılıkla mücadele ve insani değerlerin güçlendirilmesi için toplumun tüm kesimlerinin katılımı hayati önem taşır. Bu, sadece bir politik irade değil, aynı zamanda bir toplumsal bilinç ve dayanışma gerektirir. Dayanışma, bireylerin birbirine destek olmasını sağlarken, aynı zamanda aşırı sağın doğurduğu öfke, yalnızlık ve güvensizlik gibi toplumsal hastalıkların iyileştirilmesinde de önemli bir adım olacaktır.
Bu türden toplumsal hastalıkların tedavi edilebilmesi için, yalnızca şikayet etmekle kalmamalı; aynı zamanda kolektif bir çözüm arayışı içinde olunmalıdır. Sorunları köklü bir şekilde ele alarak, onlara karşı direniş geliştirmeli ve bu direnişi somut eylemlere dönüştürmeliyiz. Böyle bir kolektif çaba, sadece toplumsal adaletin sağlanmasını değil, aynı zamanda toplumun bütün kesimlerinde bir dayanışma kültürünün yeşermesini de mümkün kılacaktır. Bu, daha adil, eşit ve özgür bir yaşam için hepimizin üzerine düşen bir sorumluluktur.