Türkiye siyasetinde gözümüzün önünde dönen koca bir paradoks var.
Bir tarafta adalet, şeffaflık ve doğruyu söyleme iddiaları, diğer yanda bu iddiaları en çok dillendirenlerin aynı sözleri yalanlama eğilimi…
Bu garip ikilem, adeta Epimenides’in klasik paradoksunu andırıyor: “Bütün siyasetçiler yalan söyler.” Eğer bunu söyleyen de bir siyasetçiyse, bu önermenin kendi içinde sürekli çelişen bir döngüye dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Bu siyasi paradoksun ortasında, doğru söyleyen bir siyasetçinin imkansızlığı ya da var olan sistemin yalana yaslanarak nasıl işlediği sorusu beliriyor. Ancak daha derine inersek, sorunun sadece bir çelişki değil, bir sistem krizi olduğunu görüyoruz. Çünkü bir toplumda doğruyu söyleme iddiasında olan her kim varsa, önünde sonunda ya sistemin baskısına boyun eğecek ya da kendisi bir yalancıya dönüşecektir.
Paradoksun Kıskacında Siyaset: Doğru ve Yanlış Arasında Sıkışmak
Bu çelişkili önerme, doğru ve yanlışın birbirine dolandığı bir düğüm olarak karşımıza çıkıyor. Eğer bir siyasetçi “Herkes yalan söyler” diyorsa, ya kendisi de yalan söylüyordur ya da tüm siyasetçiler yalan söylüyordur.
Hangisi doğru olursa olsun, çıkan sonuç toplumun güvenini zedeliyor. Yani paradoks sadece entelektüel bir oyun değil, aynı zamanda bir güvensizlik mekanizmasını besliyor.
Siyasetçilerin her beyanatı, doğru ya da yanlış olduğuna karar vermenin ötesinde, toplumsal ilişkilerin güveni açısından ağır bedeller içeriyor.
Bu noktada, mantığın temel ilkelerine, yani özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü hâlin imkânsızlığı prensiplerine dönmek gerekiyor.
Ne var ki modern mantık artık üçüncü bir değeri, yani “belirsizliği” de hesaba katmaya başladı. Bu “belirsizlik,” tam da bugün Türkiye siyasetindeki ikilemleri anlamak için biçilmiş kaftan: Doğru mu, yanlış mı sorusuna kesin cevap verilemeyen bir durumda kalıyoruz ve bu da toplumun kafasını karıştırmak için birebir bir araç.
Belirsizlik ve Gelecek Üzerine Bir Perspektif
Ancak belirsizlik sadece bir bilinmezlik hali değil; aynı zamanda bir “olasılık” ve hatta “beklenti” meselesi.
Yarın güneş doğacak mı?
Evet, doğacak. Ama geçmişte doğmuş olması, gelecekte de doğacağına dair bir “güven” yaratsa bile, bu güven aynı zamanda bir aldatmacanın zemini de olabilir.
Politikacılar geçmişteki söylemleriyle gelecekteki vaatlerini birbiriyle uyumlu gösterme eğiliminde. Ancak bu vaatlerin gerçekleşme olasılığı, genellikle onların inşa ettikleri sözler kadar gerçek dışı.
Siyasetçinin verdiği sözün doğruluğunu ancak eylemler belirleyebilir.
Belirsizlikle dolu bir dünyada, beklentilerimizi şekillendiren şey geçmişin tecrübelerinden ziyade bugünkü çıkarlarımızın ne olduğu ve bu çıkarları elde etmek için nelere göz yumabileceğimizdir.
Siyasetçi dün söylediği yalanın bugün doğru kabul edilmesini sağladığında, gerçek bir gelecek umudunu ne derece diri tutabiliriz?
Bize Doğruyu Kim Söyleyecek?
İşin özü, mantık dediğimiz şey bize doğru düşünmenin yollarını gösterse de doğru davranmanın garantisini vermez. Bilmek ve doğruyu söylemek yetmez; doğruların hakikatle ilişkisini sürekli sorgulamak zorundayız.
Mantığın temel ilkelerine dönüp baktığımızda, A’nın A olduğu, A’nın A olmayandan farklı olduğu gibi basit görünen ilkeler, siyasi sistemde uygulandığında çarpıtılmaya en açık prensiplere dönüşüyor.
Bu çarpık mantığın en büyük tehlikesi, doğru ile yanlış arasında bir ayrım yapmayı imkânsız kılması. Üçüncü bir hâlin mümkün olduğu, yani ne doğru ne yanlış olan bir belirsizliğin hakim olduğu bir sistemde yaşıyoruz. Böyle bir sistem, bireyleri hareketsiz bırakmak ve toplumsal sorgulamayı devre dışı bırakmak için ideal bir zemin sağlıyor.
Siyasetin Çıkmazı ve Toplumsal Çıkış Yolu
Bütün bu paradoksun içinde çıkış yolu var mı?
Mantıksal olarak belki yok, ama toplumsal olarak var: Siyasetin bu belirsizlik ve çelişki oyununu bozmanın yolu, toplumsal talepleri netleştirmekten geçiyor.
Beklentiler ne kadar açık olursa, doğru ve yanlış arasındaki sınırlar da o kadar keskinleşir. Bu yüzden, toplumsal iyilik ve gerçek özgürlük için belirsizliğe değil, somut taleplere ve net hedeflere ihtiyacımız var.
Eğer özgürlük ve adalet arayışımız net olursa, bu çelişkiler ve paradokslar arasında kaybolmak zorunda kalmayız.
Aksi takdirde, kendimize sürekli aynı soruyu sormaya devam edeceğiz: Gerçekten kim doğruyu söylüyor ve bu döngüden nasıl çıkacağız?