Süreyya Karacabey-Artı Gerçek Gazetesi
03 Haziran 2024 Pazartesi
Her şeyin her şeyle ilgisi var. Sokakta yaşayan canlıları, incitmeden, işkence etmeden, tok ve mutlu yaşatmayı başaran bir toplulukta zaten pek çok sorun çözülmüş olacak. Hiyerarşi parçalandığında, hayvanlar kurtulduğunda hepimiz kurtulacağız.
Tolstoy’un Holstomer adlı bir öyküsü var. Öyküye adını veren at, arkadaşlarına bir ahırda yaşadıklarını anlatır. Öykünün bir yerinde anlamakta zorlandığı bir meseleden söz eder Holstomer: Sahiplik müessesinden. ”Benim atım” ifadesiyle beni kastediyorlardı, canlı bir atı, bu bana “benim toprağım”, “benim havam”, “benim suyum” ifadeleri kadar tuhaf geliyordu.” der Holstomer.
Sokak köpeklerine ilişkin hazırlanan yasa tasarısı tartışılırken hatırladım bu öyküyü, çünkü sürekli tekrarlanan, sahiplendirme, sahipsizlik gibi kelimelerdi. On dokuzuncu yüzyılda bu mülkiyet meselesini tam olarak kavramadan ölen Holstomer, ironik bir biçimde diyordu ki “kırbaç ve Hıristiyanlık hakkında söylediklerini çok iyi anladım.”
Belli bir sürede sahiplendirilmeyen hayvanları uykuya göndereceklerini (burada cinayete uyutma deniliyor Holstomer) açıkladıkladıktan sonra, yeniden barınaklardan söz etmeye başladılar (kırbaca inşaat), sonra kuduz hayvanlardan söz ettiler, sokaklarda onlar yüzünden korkan insanlardan falan. Hatta bizim arkadaşlarımız bile sokakların tekinsizliğinden şikâyet etmeye başladılar. Ben buna “sap saman diyalektiği” diyeceğim izninizle. Toplu bir katliam yasasını durdurmak için savaşanlara, “…ama köpekler de…” demenin şu anda, mevcut meseleyi çözmeye hiçbir faydası olmadığı için. Köpekler öldürülmesin diyenler, sürüler halinde dolaşıp sizlere saldırsınlar demiyor zaten, canlı hakkına saygı duyarak bu mesele çözülebilir diyorlar.
Sanki sokakta ya da ıssız yerlere atılarak sürü haline gelmiş zavallı hayvanlara yemek, su, sağlık hizmeti ulaştırmak için hayat biçimini değiştiren aktivistler, birikmiş borçların altından kalkamayanlar çok bayılıyor bu işe. Sanki onlar yetişemedikleri çokluktaki canlıların sürekli üremesini, aşılanmadıkları için hastalanmalarını, aç bırakıldıkları için saldırganlaşmalarını çok arzuluyorlar. Zaten yapılmak istenen, o hayvanların kontrol edilebilir sayıda tutulabilmeleri için gerekli önlemlerin alınması ve hiçbir korku filminde hayal edilemeyecek ölçüde korkunç mekânlara dönmüş barınakların, yaşanabilir yerlere dönüştürülmesi. Ama sizlerin bir bölümüyle anlaşamadıkları bir mesele var elbette, o da sokakların sadece insan türüne ait olduğunu düşünmek.
Gerçekten şunu içinizden bir kaç kez tekrarlayın, eminim size de anlamsız gelecektir: Sahibin yoksa, nesneden daha aşağı varlık konumunda mısın?
Sahiplikle ilgili Holstomer, şöyle sürdürüyordu konuşmasını: “Gerçi gözlemlerim arttıkça, bu ‘benim’ kavramının sadece biz atlar için değil, ama aynı zamanda insan halkı için de geçerli olduğuna, yani bunun kendisi için mülk talep etme temel ve canavarca içgüsünden başka bir şeyi temsil etmediğine giderek daha çok ikna olmuştum.” (Bu öykünün bir çevirisi var internet ortamında, akademik bir dergide yayımlandı ama ben Viktor Şklovki/Düzyazı Kuramı’ndan alıntılamayı tercih ettim.)
Bütün kelimeler de olduğu gibi sahipsizliğin, salt mülkiyetle ilişkilendirilmeden kullanılan bir başka anlamı daha var. Aslında “birbirine sahip çıkmak” derken kastettiğimiz şeye benzeyen, içinde sorumluluk ve şefkat barındıran şey. Sözgelimi sahipsiz olmasaydı o kaçak madende, ayakları kırılmış, böbreği alınmış Afgan işçinin yakılarak öldürülmesine tanık olmayacaktık.
Ama hayvanseverler diye başlayan bütün cümlelerinizi size, iade ediyoruz; ortak yaşam alanında olup bitenlerle sadece bir grup ilgilenirmiş gibi yapıp sorumluluğun hepimize ait olduğunu bilmezden geldiğiniz için. Ayrıca mesele duygularla değil, adalet, eşitlik, yaşam hakkı gibi temel haklarla doğrudan ilişkili. Sevgi, hayvanla benim aramda kişisel bir şey, hayvan hakları ise öznel değil nesnel ve toplumsal. Ben sahip istemiyorum, sokaktaki kedi Kavun da istemiyor. Şimdi ne yapacağız?