Coğrafyanın kader olduğu bu topraklarda, toplumsal çöküş, yozlaşma ve adaletsizlik her gün derinleşiyor. Göz ardı edilen travmalar, öğretmenlerimizi, çocuklarımızı ve geleceğimizi parçalayarak toplumu bir uçuruma sürüklüyor. Susturulan erdemli sesler ise bu çürümenin en acı verici işaretlerinden sadece biri.
Siyaset, hayatın doğrudan bir izdüşümüdür. Ülkemizde siyasetin her katmana, her insana ve her ilişkiye nüfuz ettiğini göz ardı etmek mümkün değildir. Hayatın herhangi bir kesitini siyasetten ayrı düşünmek, bu coğrafyada gerçekleri görmezden gelmektir.
Her gün karşı karşıya kaldığımız trajediler, yalnızca siyasi kurumlarla ilgili değildir; bu olaylar, toplumsal çürümeyi, etik değerlerin kaybını ve adaletsizlikleri de yansıtır. Sistem, sadece yönetenlerle değil, toplumun her hücresine işlemiş olan yozlaşmayla, moral çöküşle de ilgilidir.
Coğrafya Kaderdir: Toplumsal Travmaların Kaçınılmazlığı
“Coğrafya kaderdir” deyişi, bu topraklarda her gün yeniden ve yeniden anlam kazanıyor. Daha doğar doğmaz, bir çocuğun yaşamı belirlenmiş oluyor; hangi şartlarda, hangi acılarla karşılaşacağı, bir sistemin içine doğmuş olmasıyla mühürleniyor. Bu kader, sistemin çürümüşlüğü ve yozlaşmasıyla örülmüş bir labirenttir.
Toplumsal çözülme, derin yaralar bırakıyor, her gün biraz daha genişleyen bir uçuruma dönüşüyor. Kaderleri, bu kördüğümün içinde sıkışıp kalmış öğretmenler, çocuklar ve geleceğimiz, her gün biraz daha bu dipsiz kuyuya çekiliyor.
Yozlaşma öyle derinleşmiş ki, sistemi anlamak için karmaşık bir tanımlamaya bile gerek kalmıyor. Toplumsal düzenin herhangi bir yerinden tutun, her şey çözülmeye başlar. Bir yandan, hayatta kalmaya çalışanlar, diğer yandan vicdanlarını yitirmiş olanlar… İşte coğrafyamızın sunduğu kader: yıkım ve acı.
Toplumsal Çözülme: Kuralsızlık ve Ahlaki Çöküş
Toplumun temelleri çözülüyor, yok oluyor. Kuralların çiğnendiği, adaletin kayırmacılıkla yer değiştirdiği, erdemin yerini açgözlülüğün aldığı bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu çöküşe tepki göstermek yerine, genelde acıyı kabullenip, onun nedenini sorgulamadan yaşamaya alıştık. Tepkisizlik, travmamızın en derin ifadesi haline geldi; bu toplum, sadece sonuçlara odaklanıp, nedenlerle yüzleşmekten kaçınıyor. Bu da yozlaşmanın daha da büyümesine zemin hazırlıyor.
Siyaset her yere sızmışken, bu mekanizmaları görmezden gelmek, bir insanın kendi kaderine sırtını dönmesiyle aynı şeydir. Hayata dair herhangi bir mesele üzerine konuşurken, siyaseti dışarıda bırakmak, çözümü değil, daha derin bir çöküşü davet eder.
Erdemin Susturulması: Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Hikayesi
Çürümüş düzenin en acı örneklerinden biri de Hasan Hüseyin Korkmazgil’dir. Hayata ve insana değer veren, toplumu eğitmek için emek veren bu öğretmen, siyasi görüşleri yüzünden mesleğinden atıldı. O, bir yandan çocukları eğitirken, diğer yandan kalemiyle adaleti arayan, toplumun derin yaralarına dokunan dizeler yazdı.
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana (!)
bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
Fakat ne zaman ki erdem yerini ahlaksızlığa, onur yerini ikiyüzlülüğe bıraktı, işte o zaman bu tür sesler susturulmaya başlandı.
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in öğretmenlikten atılması, sadece bir bireyin değil, tüm bir toplumun vicdanının yaralandığı bir andır. Erdemin, adaletin, insanlık onurunun yerini güç, çıkar ve kayırmacılık aldığında, böylesi değerli seslerin susturulması kaçınılmaz hale gelir. Bu suskunluk, toplumsal çözülmenin en keskin simgesidir.
Siyaset hayatın dokusunda; yaşam, adalet ve insanlık adına verdiğimiz her mücadelenin derinliklerinde bizi karşılıyor. Ondan kaçmak, gözlerimizi kapatmak sadece daha fazla çürümeye yol açar.