Radyonun Doğuşu ve İlk Kullanımı: “Türkiye’de radyo, halkı aydınlatmak yerine ‘terbiye etmek’ için kullanıldı. Devlet, radyoyu bir propaganda aracı olarak gördü ve halkın kulağını tıkamaya çalıştı.”
Türkiye’de radyonun doğuşu 1927 yılına dayanır, ancak o dönemki koşullarda radyo, halk için yeni bir teknoloji ve pek anlaşılmayan bir kavramdı. İlk radyo yayını, “Burası İstanbul telsiz telefonu” anonsu ile başladı ve yaygın bir kitle tarafından duyulmadı. Çünkü o yıllarda halkın radyo kavramına yabancı olmasının yanı sıra, radyo cihazlarına erişimi de sınırlıydı. Yani halkın anlayışını ve ihtiyaçlarını göz ardı eden bir yönetim anlayışı, daha başından itibaren radyonun halkla olan ilişkisini şekillendirmekteydi.
Ancak bu anonsun ötesinde, Türkiye’de radyonun işlevi yalnızca bir haberleşme aracı olmaktan çok daha fazlasına dönüşecekti. Radyonun kuruluş süreci, devletin halkla olan ilişkisinde yeni bir araca dönüştü. Devlet, radyoyu halkı aydınlatmak ya da bilgilendirmek için değil, onları “terbiye etmek,” yani kendi istediği doğrultuda şekillendirmek amacıyla bir propaganda makinesi olarak gördü. Radyonun devlet eliyle yaygınlaştırılması, halkın sesini duymasından çok, devletin halk üzerindeki kontrolünü daha da sıkılaştırmak için bir araç olarak kullanıldı. O dönemki baskıcı politikalar, halkın farklı sesleri duymasını engellemek ve tek bir merkezin yönlendirdiği bilgileri onlara ulaştırmak üzerine kuruluydu.
Bu amaçla, Türkiye’de radyonun kuruluş süreci, halkın bilgilendirilmesinden çok, kontrol edilmesini amaçlıyordu. Radyo, rejimin “terbiye edici” gücü olarak kullanıldı. Bu bağlamda radyo, özellikle devletin resmi ideolojisini ve Cumhuriyet’in “inkılaplarını” halka anlatmak için kullanıldı. Halkevleri gibi kurumlar aracılığıyla radyo dinleme seansları düzenleniyor, halkın eğitilmesi ve Cumhuriyet rejimine bağlı, sadık vatandaşlar haline getirilmesi için programlar yayınlanıyordu. Bu süreç, radyonun yalnızca eğlence ya da bilgi aracı olarak değil, aynı zamanda rejimin en önemli propaganda aygıtı olarak işlev gördüğünü gösteriyordu.
Devletin bu propagandacı tutumu, radyo yayınlarının içeriğine de yansıdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Meclis açış konuşmaları ve devletin önemli törenleri, canlı yayınlarla radyodan halka ulaştırılmaya başlandı. İlk canlı radyo yayını, Atatürk’ün İstanbul ziyareti sırasında gerçekleştirildi. Bu yayınlarda devletin resmi görüşleri, ideolojik mesajlar ve ulusal kutlamalar yer alıyordu. Halkın doğrudan devletin sesiyle muhatap olduğu bu yayınlar, radyo ile halk arasındaki ilişkiyi tek taraflı bir hale getiriyordu. Radyo, devletin halkla iletişim kurmasının bir yolu değil, halk üzerinde hakimiyet kurmanın ve onların düşüncelerini şekillendirmenin bir aracıydı.
Falih Rıfkı Atay, bu dönemin önemli düşünce insanlarından biri olarak, Türkiye’deki radyonun işlevini anlamamız açısından çarpıcı bir tespit yapar. Sovyetler Birliği’ni örnek gösteren Atay, radyonun Sovyetler’de sadece eğlence değil, aynı zamanda halkı eğitmek, yönlendirmek ve yönetmek için nasıl kullanıldığını anlatır. Atay, radyonun Moskova’nın elinde, kulakları yönlendiren bir araç olduğunu söyler ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu modeli takip ettiğini belirtir. Bu, radyonun yalnızca bir “ses kutusu” değil, aynı zamanda bir “terbiye aracı” olarak işlev gördüğünün bir kanıtıdır. Devlet, halkın kendi kendine bir düşünce sistemi oluşturmasını engellemek ve onların kulaklarına sadece resmi söylemi fısıldamak istiyordu.
Bu bakış açısıyla, Türkiye’de radyo, halkın sadece devletten gelen bilgileri duyduğu, farklı seslerin ve muhalif görüşlerin bastırıldığı bir platform haline geldi. Radyo programları, devlet politikalarını destekleyen içeriklerle dolu olup, halkın kendi sesini bulmasına, eleştirel düşünce geliştirmesine izin vermeyen, baskıcı bir araç olarak kullanıldı. Devlet, bu tek taraflı bilgi akışıyla halkı pasif bir izleyici haline getirdi ve onları kendi politik ajandasına göre şekillendirmeye çalıştı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında radyo, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada bir propaganda aracına dönüştü. Türkiye’de Ankara Radyosu, savaşın seyrini halka bildiren tek araçtı. Ancak bu haberler de devletin onayından geçerek halka ulaşıyor, halkın savaşa dair gerçeklere ulaşması engelleniyordu. Radyo, devletin çıkarlarını korumak amacıyla, savaşın korkunç gerçeklerini halktan gizlemek için de kullanıldı. O dönem radyo başında toplanan kalabalıklar, dünyadaki olayları yalnızca devletin onlara aktardığı şekilde öğreniyorlardı. Bu, radyonun halkın sesini duymasını değil, devletin halkı susturmasını amaçlayan bir araç olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu.
Siyasi Partilerin Radyoya Hakim Olması: “Demokrat Parti döneminde radyo, hükümetin ağzından konuşan bir makineye dönüştü. Muhalefetin sesi susturuldu.”
Türkiye’de radyonun, devletin kontrolü altında bir propaganda aracına dönüştürülmesi, özellikle Demokrat Parti (DP) döneminde belirgin hale geldi. 1950’lerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, radyo, hükümetin politikalarını yaymak ve muhalefeti susturmak için kullanılan en etkili araçlardan biri oldu. DP, radyoyu adeta hükümetin sesi haline getirerek, muhalif seslere kapıları kapattı ve ülke çapında yaydığı tek yönlü yayınlarla halkı etkilemeye çalıştı.
1950’lere kadar radyo, büyük oranda Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) kontrolündeydi ve tek parti döneminde de devletin ideolojik çizgisini destekleyen bir yayın organı olarak kullanılıyordu. Ancak Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, radyo bu kez DP’nin politikalarını savunan, onu eleştiren her türlü muhalif sesi boğan bir araca dönüştü. Başbakan Adnan Menderes ve partisi, radyonun devletin bir aracı olduğunu ve bunun yalnızca hükümet tarafından kullanılabileceğini savundu. Menderes’in şu sözleri, o dönemin radyo politikasını özetliyordu: “Radyo, hükümetin bir aracıdır. Bu aracı hükümetin politikasına karşı kullanamayız.”
Bu dönemde muhalefet, özellikle CHP, radyoda kendine yer bulamıyordu. Demokrat Parti, radyo yayınlarında muhalefetin sesine yer vermemeye, meclis oturumlarını tek taraflı olarak yansıtmaya ve kendi politikalarını överek halkı yönlendirmeye çalıştı. Hükümet, radyoyu sadece DP’nin başarılarını duyurmak ve icraatlarını halka anlatmak amacıyla kullandı. Muhalefetin herhangi bir eleştirisine ya da muhalif görüşlerin halk tarafından duyulmasına kesinlikle izin verilmedi.
Özellikle seçim dönemlerinde bu taraflı yayıncılık daha da keskinleşti. Demokrat Parti, radyoyu adeta bir propaganda makinesi haline getirerek seçim kampanyalarında rakiplerini etkisiz hale getirmeye çalıştı. Muhalefetin eleştirilerini duyurabileceği bir platformdan mahrum bırakılması, demokratik rekabeti adil olmayan bir zemine çekti. Radyo, artık halkın tarafsız bilgiye erişim sağlayabileceği bir araç olmaktan çıkmış, hükümetin politikalarını benimsetmeye yönelik tek taraflı bir propaganda aygıtına dönüşmüştü.
Muhalefetin bu haksız uygulamalara karşı çıkma çabaları ise sonuçsuz kaldı. Demokrat Parti, radyonun iktidar üzerindeki kontrolünü, adeta bir “ses savaşı” olarak kullandı. Hükümetin denetimindeki radyo, iktidarın tek sesli bir propaganda aracı olarak işlev görmeye başladı ve bu süreçte halk, muhalif görüşlerden ve farklı seslerden giderek uzaklaştırıldı.
Radyonun bu şekilde hükümetin sesi haline getirilmesi, Türkiye’deki medya özgürlüğüne yönelik en büyük darbelerden biri olarak tarihe geçti. Demokrat Parti’nin, muhalefeti bastırma ve halkı kendi politikaları doğrultusunda yönlendirme amacıyla radyoyu tekeline alması, Türkiye’de medyanın devlet kontrolündeki tarihinin en çarpıcı örneklerinden biriydi. Radyonun muhalefete kapatılması, halkın tek sesli bir medya ortamında yönlendirilmesine ve manipüle edilmesine yol açtı.
Askerin Darbeleri ve Radyonun Rolü: “Her darbeyle birlikte radyo, iktidarı ele geçirenlerin sesini duyurdu. Halk, bir kez daha tek bir sesle yönetilmeye başlandı.”
Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde radyonun önemli bir rolü, askeri darbeler dönemlerinde kendini en net biçimde gösterdi. Her askeri darbe, halkın sabah radyo başında darbecilerin açıklamalarını dinleyerek yeni bir yönetimin gelişiyle karşı karşıya kaldığı anlarla başlar. Radyo, darbenin ilanından itibaren iktidarı ele geçiren askerlerin sesi haline gelir ve halk bir kez daha tek bir sesle yönetilmeye başlar. Bu süreçte medya, özellikle radyo, halkı bilgilendiren değil, yeni iktidarı meşrulaştırmaya çalışan bir araç olarak kullanılır.
27 Mayıs 1960 Darbesi, radyonun darbeler sürecinde nasıl işlev gördüğünün en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu askeri müdahale sabaha karşı gerçekleşirken, radyolarını açanlar “Burası Türkiye radyo yayın postaları. Türk Silahlı Kuvvetleri Türk vatandaşlarını radyolarının başına davet eder.” anonsunu duydu. Bu çağrı, halkı ordunun yönetime el koyduğunu ilan etmek için topladı. Ardından Alparslan Türkeş’in tok sesiyle halka şu açıklama yapıldı: “Sevgili vatandaşlar; dün gece yarısından itibaren bütün Türkiye’de deniz, hava, kara Türk Silahlı Kuvvetleri el ele vererek memleketin idaresini ele almıştır!” Radyodan duyulan bu ses, artık devletin yeni sahiplerinin, askerin olduğunu bildiriyordu.
Radyonun bu darbe sabahında oynadığı rol, iktidarın kimin elinde olduğunu gösteren en hızlı ve etkili araçlardan biri olduğunu ortaya koydu. O yıllarda televizyonun yaygın olmadığı bir dönemde, halkın tek bilgi kaynağı olan radyo, darbecilerin meşruiyetini ilan ettiği ve halkı kontrol altında tuttuğu platform haline geldi. Askeri yönetim, radyoyu kullanarak halkı bilgilendirmekten çok, onu yönlendirmeyi ve itaat etmeye çağırmayı hedefledi.
Bu sadece 27 Mayıs darbesine özgü bir durum değildi. 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 Darbesi gibi diğer askeri müdahalelerde de radyo, ilk anonslardan itibaren halkın zihninde yeni bir dönemin başladığını belirtti. 12 Eylül sabahı radyolarını açanlar, Kenan Evren ve askeri cuntanın iktidarı ele aldığını duyuran açıklamalarla karşılaştı. Bu duyurular, halkın artık ordu tarafından yönetildiğini ve demokratik sürecin askıya alındığını ilan eden emirlerdi. Radyo, halkın başka bir bilgi kaynağına erişemediği bu dönemlerde, askeri yönetimin propagandasını doğrudan aktaran bir megafon gibi çalıştı.
12 Eylül 1980 darbesinde, radyo kullanımı daha da stratejik bir hal aldı. Askeri cunta, radyoyu sadece darbenin duyurulması için değil, sonrasında halka sürekli olarak bilgi (ve aslında propaganda) akışı sağlamak için kullandı. Darbe yönetimi, halka “ulusal güvenlik” ve “ülkenin birliği” adına radyodan sürekli açıklamalar yaparak, ordu yönetiminin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu empoze etti. Bu dönemde basın ve medya üzerinde sıkı bir sansür uygulanırken, radyo yine tek sesli yayın politikasıyla sadece askeri rejimin onayladığı bilgileri yayıyordu. Her türlü eleştirel ya da muhalif ses susturulmuş, radyo tamamen devletin sesi haline getirilmişti.
Radyonun darbelerdeki işlevi, yalnızca darbecilerin halkı kontrol etmesine hizmet etmekle kalmadı, aynı zamanda radyo binalarının ve teknik ekipmanlarının stratejik hedefler haline gelmesine de neden oldu. Darbeciler, önce radyo binalarını ele geçirerek, halkın bilgiye erişimini kendi kontrolü altına aldı. Çünkü radyoyu kontrol etmek, o dönemlerde ülkenin iletişim sistemini kontrol etmekle eşdeğerdi. Bu nedenle, darbelerde radyo binalarına yapılan ilk müdahaleler, iktidarın ele geçirilmesinin sembolik bir göstergesi haline geldi.
Her darbe sonrasında, radyodan yayılan bu tek ses, ülkenin geleceğini belirleyen kararları ve halkın düşünce dünyasını şekillendiren propagandaları içeriyordu. Radyo, halkın bilinçli bir biçimde haberlere ve bilgiye ulaşma hakkını ellerinden alıyor, yerine askerlerin istediği bilgileri sunuyordu. Bu, medya aracılığıyla halkın bilgi edinme özgürlüğünün kısıtlandığı, düşünsel planda hapsedildiği bir dönemdi.
Açık Radyo Örneği: “Açık Radyo, özgürlüğün sesi olarak bilinirdi. Ancak devlet, bu sesi de susturmak istedi.”
Açık Radyo, 1995 yılında yayın hayatına başladığında, Türkiye’nin medya dünyasında bir devrim niteliği taşıyordu. Sloganı “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık radyo” olan bu istasyon, her türlü fikir, sanat ve kültür alanına yer veren bir özgürlük platformu olarak kuruldu. Yalnızca müzik ya da eğlence programları sunmakla kalmadı, aynı zamanda çevre meselelerinden insan haklarına, siyaset tartışmalarından sanata kadar geniş bir yelpazede, çoğulcu ve özgür bir yayıncılık anlayışı benimsedi. Ancak bu özgürlükçü duruş, Türkiye’de medyanın kontrolünü elinde tutmaya alışmış olan devlet için büyük bir tehdit oluşturdu.
Açık Radyo, Türkiye’nin o dönemdeki yaygın medya tekeline ve devletin katı kontrolüne karşı bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Devlete ya da sermaye gruplarına bağlı olmadan, bağımsız bir yayın organı olarak kendini tanımlayan Açık Radyo, bu duruşuyla kısa sürede büyük bir dinleyici kitlesine ulaştı. Özellikle çevrecilik, insan hakları, demokrasi gibi konularda cesur programlar hazırlaması, onu toplumun geniş kesimlerinde popüler hale getirdi. Türkiye’de daha önce dile getirilmeyen ya da ana akım medyada yer bulamayan birçok konu, Açık Radyo sayesinde kamusal alanda tartışılmaya başlandı.
Ancak bu özgürlükçü duruş, devletin tepkisini de çekti. Türkiye’de medya, uzun yıllardır devletin denetimi altında tutulmuş ve radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçları, halkın “terbiye edilmesi” ve devlet politikalarının desteklenmesi amacıyla kullanılmıştı. Bu nedenle, bağımsız bir yayıncılık anlayışı benimseyen Açık Radyo gibi istasyonlar, devlete karşı potansiyel bir tehdit olarak görülüyordu. Devletin radyo ve televizyon üzerindeki denetleyici kurumu olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), kısa sürede Açık Radyo’ya karşı çeşitli cezai yaptırımlara başvurmaya başladı.
RTÜK, özellikle muhalif görüşleri dile getiren, çevre meselelerine dikkat çeken ve hükümet politikalarına eleştirel yaklaşan Açık Radyo’yu hedef aldı. Ceza ve kapatma tehditleri ile karşı karşıya kalan Açık Radyo, bu baskılara rağmen özgürlükçü duruşundan taviz vermedi. Bu süreçte radyo, sadece program içerikleriyle değil, aynı zamanda muhalefetin ve özgür düşüncenin bir sembolü haline geldi. Özgür basının giderek daraltıldığı, medya organlarının çoğunun devletin kontrolüne geçtiği bir dönemde, Açık Radyo bağımsız ve özgür sesini korumaya çalıştı.
Ancak devletin bu sesi tamamen susturmak için girişimleri devam etti. 16 Ekim 2020 tarihinde, Açık Radyo’nun yayını, RTÜK’ün verdiği cezalarla ve baskılarla bir kez daha kesildi. Özellikle yükselen çevre direnişlerine destek veren Açık Radyo’nun bu pozisyonu, hükümetin çevre politikalarına muhalefet eden seslere karşı gösterdiği tahammülsüzlüğün bir yansıması olarak değerlendirildi. Devlet, kültürel çoğulculuğun ve muhalif seslerin sesi olan Açık Radyo’ya “Kes sesini!” diyerek baskı uygulamaya başladı.
Bu kapatma girişimi, 1990’larda binlerce özel radyo istasyonunun bir gecede kapatılmasını hatırlattı. Özel radyolar, Türkiye’de medyanın tek sesli yapısına karşı halkın kendi sesini duyurma arzusunun bir yansıması olarak ortaya çıkmıştı. Ancak devlet, bu çoğulcu yapıyı bastırmak için o dönemde de sert müdahalelerde bulunmuştu. Açık Radyo’ya yönelik baskılar da bu geleneğin bir devamı olarak görüldü.
Açık Radyo’nun susturulması, sadece bir radyo istasyonunun kapatılması değil, aynı zamanda Türkiye’deki özgür düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı bir saldırıdır. Bu süreçte, Açık Radyo dinleyicileri ve özgür medya savunucuları büyük bir dayanışma sergiledi ve sergilemeye devam ediyor. Açık Radyo’nun sesinin tamamen kesilmesine karşı çıkan geniş bir toplumsal kesim, radyo yayınlarının yeniden başlaması için tepkilerini dile getiriyor. Ancak devletin medya üzerindeki kontrolü ve RTÜK gibi kurumların baskıcı politikaları, bağımsız medyanın varlığını giderek daha fazla tehdit etmeye devam ediyor.
Devletin kontrolünde olmayan, halkın sesine kulak veren ve eleştirel bakış açısına sahip olan her medya organı, bu baskıcı düzenin hedefi olmaya devam ediyor.