Bugün, en zenginlerimiz daha “iyi”, daha lüks ve daha kaygısız bir yaşam tarzına evrilmeye devam ediyor: herkesin en son elektronik cihazı var, her yetişkinin bir arabası var, her evdeki her bireyin kendine ait özel bir banyosu var. Bu sırada, yüzlerce gemi, binlerce uçak ve milyonlarca motorlu araç dünya çapında gidip gelerek, bitmek bilmeyen ekonomik büyüme hayalinin ve daha heyecan verici eğlence deneyimlerinin sembolü olan devasa karbon bulutuna katkıda bulunuyor.
Ve sonra öldürme var. Hep öldürme…
George Orwell, 1938’de yayımlanan Katalonya’ya Selam adlı kitabında, kehanet gibi bir uyarıda bulunmuştu: “Ülkemizin derin, derin İngiltere uykusunda olduğunu; bazen korkarım ki, ancak bombaların sesiyle bu uykudan sıçrayarak uyanacağız.” İkinci Dünya Savaşı’nın akıl almaz dehşeti peşi sıra geldi, ancak gelişmiş dünyada temel kalıplar pek değişmedi. Savaş yeterince uzakta olduğu sürece – İkinci Dünya Savaşı büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya için böyleydi – insan eliyle sürdürülen bitmek bilmeyen vahşetler yalnızca geçici şoklara yol açıyor. Haber döngüsü hızla ilerlerken, iyileşme de çabuk geliyor; dikkat bir sonraki siyasi çekişmeye, borsa dalgalanmasına veya ünlü skandalına kayıyor. Tabii eğer siz ya da tanıdığınız biri bu şiddetin kurbanı olma talihsizliğini yaşamazsanız…
Refah, Tüketim ve Gezegenin Tahribatı
Modern dünyanın en zengin kesimlerinde yaşam, tarih boyunca görülmemiş bir refah seviyesine ulaşmış durumda. Teknolojik ilerlemeler, bireylerin hayatını kolaylaştırırken, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine de yol açıyor. Herkesin kendi banyosunun olması, her yetişkinin bir araba kullanması ya da herkesin en yeni teknolojik cihazlara sahip olması, toplumların ilerleme ve gelişme olarak gördüğü şeylerin göstergesi. Ancak bu ilerleme, doğrudan gezegenimizin kaynaklarının tükenmesine ve çevrenin hızla yok olmasına neden oluyor. Gemi, uçak ve arabaların yaydığı karbon emisyonları, atmosferimizi kalın bir sera gazı tabakasıyla sararken, sürdürülebilirliğin göz ardı edilmesi geleceği karartıyor.
İklim krizi, sanayi devriminden bu yana küresel ekonomik büyümenin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktı. İleri teknoloji ve lüks tüketim, bireyler için refah ve konfor anlamına gelirken, bu refahın bedeli tüm insanlık için çok ağır oluyor. Sadece çevreyi değil, aynı zamanda sosyal adaleti ve insan haklarını da tehdit ediyor. Küresel ısınmanın tetiklediği doğal afetler, zaten zor durumda olan gelişmemiş ülkeleri daha da savunmasız hale getiriyor ve zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasındaki uçurumu derinleştiriyor.
Savaşın Yıkıcı Döngüsü ve Toplumların Körlüğü
Orwell’in öngörüsü, savaşın insan doğası üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. İkinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin en yıkıcı çatışmalarından biri olmasına rağmen, gelişmiş ülkeler için savaş deneyimi çoğunlukla uzak ve soyut kalmıştı. Amerika ve Avustralya gibi ülkeler, savaşın asıl yıkıcı etkilerini kendi topraklarında hissetmedi. Bu uzaklık, savaşın neden olduğu dehşetin çoğu insan için soyut bir kavram olarak kalmasına, bunun yerine ekonomik kalkınmaya ve bireysel refaha odaklanmalarına neden oldu.
Savaş, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayanlar için, uzak bölgelerde meydana gelen bir olgu olarak algılanmaya devam ediyor. Orta Doğu, Afrika ve Asya’daki silahlı çatışmalar, sadece haber başlıklarında geçici bir yer buluyor ve ardından unutuluyor. Savaşın yarattığı dehşet, gündelik yaşamın akışında kaybolup gidiyor. Bu, Orwell’in bahsettiği derin uyku halini andırıyor: Şiddet ve ölüm görüntüleri, zengin ülkelerin vatandaşlarını rahatsız etse de, kısa süre sonra yerini ekonomik göstergeler, siyasi tartışmalar ya da popüler kültürle ilgili haberler alıyor.
Ekonomik Büyüme ve Savaşın İlişkisi
Ekonomik büyüme arzusu ile savaşın kökenleri arasında derin bir ilişki vardır. Kapitalist sistemin temelini oluşturan sürekli büyüme ve genişleme, kaynakların sınırsız olduğunu varsayar. Ancak bu büyüme, özellikle savaş ekonomileri tarafından beslendiğinde, tahrip edici bir döngüye dönüşür. Silah üretimi, askeri harcamalar ve savaş endüstrisi, büyük ekonomilerin itici güçlerinden biridir. Savaş, sadece toplumsal yıkım yaratmakla kalmaz, aynı zamanda devasa bir ekonomik motoru harekete geçirir.
Bu döngü, dünya genelinde barışın sağlanmasını daha da zorlaştırır. Savaş, yalnızca bir ulusun ya da bir bölgenin güvenliğini değil, küresel ekonominin büyümesini de şekillendirir. Orwell’in “bombalarla uyandırılma” metaforu, bu ekonomik-siyasi döngünün en keskin ifadesidir. Savaş, insanların bir anlık farkındalık yaşamasına neden olabilir, ancak bu farkındalık kısa süre sonra unutulur ve yerini tekrar ekonomik büyüme hayalleri alır.
Şiddetin Normalleşmesi ve Toplumsal Duyarsızlaşma
Savaşın modern dünyada uzak bir olgu olarak algılanması, toplumsal duyarsızlaşmayı beraberinde getirir. Şiddet, haberlerde izlediğimiz bir “şov” haline gelirken, insanların acısı, kaybı ve yok oluşu soyut bir kavrama dönüşür. Orwell’in zamanında olduğu gibi, modern toplumlar da savaşın yıkıcılığından bir süre etkilenip sonra hızla unutur. Bu unutma döngüsü, şiddetin normalleşmesine ve savaşın kaçınılmaz bir gerçeklik olarak kabul edilmesine yol açar.
Sonuç olarak, modern toplumun tüketim odaklı yaşam tarzı, savaşın uzaklarda olduğu sürece göz ardı edilebileceği bir dünya görüşünü güçlendiriyor. Orwell’in uyarısı, insanlığın savaşın sonuçlarını anlamakta ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koyuyor. Tüketim toplumunun şiddete duyarsızlaşması ve ekonomik büyüme hırsı, hem ekolojik hem de etik bir çöküşe işaret ediyor.
Bu çöküşü durdurmak için, savaş ve tüketim arasındaki bağlantıyı anlamak ve buna göre yeni bir toplumsal bilinç geliştirmek hayati önem taşır. Yalnızca ekonomik büyümenin değil, sürdürülebilir ve adil bir dünya düzeninin peşinde koşan bir toplum inşa etmek, insanlığın önündeki en büyük sorumluluklardan biridir.