Hamurabilerin sarayı için daha çok kanla yoğrulmuş tuğla gerek. Ve o saraylar basılmadıkça da kanlı tuğlalarla yükselen saraylarındaki Hamurabiler mustazaflara hor görü ile bakacak, onları ezmeye devam edecek. Yardım denen rüşvet tam da bu nedenle değişmesi gereken bir bütündür. Mülkiyet bir hırsızlıksa. Pirin dediği gibi gelin münkirlere kılıç çalın, zalimlere kılıç çalın ki kafatasların tuğla yerine geçtiği Saraylar için ölmesin çocuklar.
“Oh insan kişiliği! Altmış yüzyıldır bu boyunduruğun önünde diz çöken, nasıl olur da sen olursun” (Pierre Joseph Proudhon)
“Büyük olanlar yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktürler.” Proudhon
“Sık sık Tanrıdan ve atalardan söz edilmeye başlanmışsa ya canınız ya da paranız isteniyor demektir. “Proudhon.
Son yaşanan ve Selçuk’ta beş çocuğun yangında ölmesine neden olan olay sonrası ülkedeki derin yoksulluk diye bir kavram icat edenler, yaşanan -doğru tanımlama ile-aşırı yoksullaşmayı konuşuyor. AKP’nin toplumsal yoksulluğa neden olan politikaları konuşuluyor. Eleştiri okları da AKP İktidarının buna neden olan ve kamuoyunda İMF Kayyumu Mehmet Şimşeğe atfen Şimşek politikaları diye bilinen politikalara yöneliyor. Aslında mucidi Ludwig Von Misses olan, Hayek-Friedman ikilisi tarafından yeniden formüle edilen ikinci dünya savaşı sonrası antikomünist liberalizmin ikinci doğumu olan ekonomi anlayışı bu. En çok bilinen kısmıyla kemer sıkma da denilen, özünde Keynes Dönemi Refah Devleti uygulamalarına son veren kökten piyasacı politikaları eleştiriliyor. İşin aslı kökten piyasacı rejimlere yönelik eleştiriler haksız olmasa da bu neo-liberal istisna[1] diyeceğim politikaların temelindeki Anarşist anlamı ile sınıfsal çelişkiler meselesi görünmez bir konumda. Sosyalistler bile sınıf çelişkilerinden söz ederken Neoliberalizme atıfta bulunuyor. Hâsılı neoliberalizm bir maymuncuk haline sokulup sanki eşitsizlik ve sefalet onlarla başlamış bu topraklarda yoksulluk hiç olmamış, geçim sıkıntısı denen şey AKP dönemine ait bir şeymiş gibi hafızasız bir söylem ortalıkta dolaşıp duruyor. Oysa Radikal sıfatını hak eden Marksizm bile hiç bu kadar sefilleştirilip sanki Keynesçi refah devleti geri gelirse sorun çözülecekmiş gibi konuşan bir medyatik ahmaklık sergiliyor. Marksistler bile sistem kavramını unutup sorunu Erdoğan ve AKP’ye endeksleme gibi düşünsel bir sefalet gösteriyorsa işimiz zor. Açıkçası son dönem ana akım Türk solu eski kodlarına geri dönüp CHP’nin kuyruğuna takılır oldu. Düzen kavramı yani mevcut siyasi sistem nerede ise unutuldu. Tam da bu nedenle birilerinin bunu hatırlatması gerekiyor. İmamoğlu denen Erdoğan Reloded yahut bir kibir abidesi olan kişi ya da Faşist Mansur Yavaş ya da Özgür Özelle biraz daha belirgin vurgular taşıyan Sosyal Demokrat söylemli CHP’de gelse bu politikaları bir ölçü de revize ederek uygulayacak. CHP’nin de Kapitalizmin karasını ak yapması olanaklı değil. ,TKP’yi günahım kadar sevmesem de sevdiğim sloganı ile Bu Pisliği-ancak- Bir (sosyal) Devrim Temizler. Ama o da buraya uğramadı. Kısacası, unutulan düzen kavramını hatırlayıp sistem eleştirisi yapmak gerekti ben de bunu yaptım.
Ekonominin Hiyerarşik Doğası ve Hiyerarşi Temelli Bir Sınıf Analizi
Ben bir Anarşistim o yüzden doğrudan meseleye Tahakküm ile başlıycam. Ve iki kavram kullanıcam müstekbir ve mustazaf. Bu iki kavrama da ben ilk kez Kuranda[2] rastladım ve kendi adıma Anarşist sınıf analizi için bunlardan daha elverişli kavram bulamazdım diye düşündüm. Bu kavramların alternatifi madun ve mafevktir yani altta olan yukarıda olan bu kavram, ezen ve ezilen kavramlarına yeni bir boyut katar. Zayıf düşürülenler ve buna karşılık büyüklenen böbürlenen egemenler. Madun ve Mafevk kavram çifti de sınıfın kökünü Marks gibi ekonomide görmeyen, alta düşmüş ya da altta olan ile yüksekte olan anlamı ile sınıfa siyasal bir derinlik katıyor. Madun toplumun altına itilendir. Onu alta iten yani zayıf düşürenler ise- yönetici sınıf olarak -yukarıda yüksekte olan bu konumundan dolayı da kibre kapılan egemen sınıftır. Bu kavramlar sınıfı direkt egemenlik ilişkileri ekseninde ele aldığından Marksist sınıf analizinden daha derine iner çünkü sınıfın kökeninde Hiyerarşiyi görür. Bu kavram çiftleri Hiyerarşiye işaret ettiği için dahası bu toprakları anlamak için çok değerli gördüğüm kavramlar üstelik tam da yaşanan eşitsizliği izah etmek için çok önemli. Müstekbirler toplumun alta itilmiş katmanlarını ezer, zayıf olmayan kitleleri zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasi baskı uygularlar. İnsanları küçük görme, onlar üzerinde zorbalıkla egemenlik kurma anlamını da ihtiva eden büyüklenme/kibir hiyerarşik bir konuma işaret eder ki mustazaf ve müstekbir ast üst ilişkisidir. Üstte olanlar yani egemenler(Yönetici sınıf) bu konumundan dolayı aşağıdakileri hakir görür ve kendini üstün görür. Bu kavramın kökünün işaret ettiği yer firavundur. Mısırda Firavun Tanrının yeryüzündeki yansıması olan yarı-tanrıdır. Firavunun özelliği büyüklenmesi kendini diğerlerinden en çok da köle sınıfı olan aşağıdakilerden üstün görmesidir hatta Firavun bir Tanrı olduğundan kendini toplumun nerede ise tamamından üstün görür.
Meseleyi bu temelde tanımladığımızda Mülkiyetin neden bir Tahakküm kaynağı olduğunu görürüz burada da mülkiyetin çift anlamlılığı söz konusu. Malum mülk esas olarak İktidar/Egemenlik anlamı taşır. Mal olarak mülkte bu yönüyle iktidardır. Bu kavram çifti kuşkusuz bir köşe yazısının çok ötesi bir analiz gerektirir onu da yapacağım ilk fırsatta. Mülk sahibi sınıf egemen sınıfın bir unsurudur. Zenginliğinin kaynağı da emek değil yağma olarak elde edilmiş İktidardan gelir. Hükümdarların aynı zamanda ölçüsüz zenginliğe sahip olması da onun iktidarla olan ilişkisinden doğar. Tam da bu nedenle Proudhon’un tespiti doğrudur Mülkiyet hırsızlıktır özünde gasptan gelir. Meseleye psikanalitik bir derinlik katarak sahiplik meselesinin arzuyla olan bağına da işaret edip Libido Dominandi yani egemenlik arzusu ile sahiplik arzusu arasındaki diyalektiğe yönelip Proudhon’un Psikanalitik okuması da yapılabilir. Ve sahiplik arzusunun temelinde yatan Hiyerarşi ile Freud’un gözden kaçırdığını ortaya koymak da mümkün ama neticede bu analizlerin hepsi mülkiyetle hâkimiyet ilişkileri arasındaki bağa işaret ederek Ekonomi denen olgunun temelindeki tahakkümü görmemizi sağlar. Bu bağlamda artık Proudhoncu bir bakış açısı ile yoksulluk olgusunu ele alabilir ve son günlerde ortada dolaşıp duran yoksulluk analizlerindeki teorik boşluğun kaynağındaki ekonomizm sefaletine değinebiliriz.
Yanan Çocuklardan Yanan Madencilere Hamurabiden Saray Rejimine Bakmak.
Yoksul tam bir mustazaf örneğidir çünkü yoksul gasp fırsatını kaçırmış bu imkânı bulamamış tam da bu nedenle bu fırsatı yakalamış olana hizmetle mükelleftir. Bu eksenden hareketle Proudhonu hatırlatmak isterim. Onun veciz sözü –ki anıt eserinin de adıdır-mülkiyet hırsızlıktur sahiplikle gasp arasındaki bağı göstermesi ile ünlenmişti.
“Şayet “Kölelik nedir?” sorusuna cevap vermem gerekseydi ve tek kelimeyle, kölelik cinayettir deseydim, ne kastettiğim derhal anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze hacet olmayacaktı. Öyleyse niçin “Mülkiyet nedir?” sorusuna, anlaşılacağımdan emin olarak, hırsızlıktır diye cevap veremiyorum; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”[3]
Tarih Proudhon’un bu tezini doğrulamıştır. Bilinen tarihte şu an kullandığımız şekli ile ilk özel mülkiyet Hammurabi zamanın da Babil’de Hükümdarın sağladığı bir imtiyaz olarak ortaya çıkıyor. Yani ortada hak edilmiş bir şey yok. Her neyse konumuz mülkiyetin tarihi olmadığından bu bilgi ile yetiniyorum ve geliyorum bugüne.
Bugün de olan şey aslında aynı yani şu anki zenginlerin servetinin kaynağı büyük oranda siyasi iktidar.
Osmanlı zamanın da daha doğrusu modernleşmeden önce mülkiyet bir zilyetlikti yani kullanım hakkı Türkiye’nin batıdaki gibi bir hukuka ve onun gözetiminde yürüyen bir biçimsel demokrasiye sahip olamayışının da nedeni bu yani zenginliğin kaynağının devlet olup devletçe zenginlerin üretilmesi. Bu çarpık zeminde İMF Dünya Bankası dayatmalı bir sözde kapitalist sistem inşaa edilince de devleti yönetme hakkı kimde ise kendi zenginini kendi kapitalistini kendi üretiyor. Çokça kullanılan yandaş sermaye meselesi salt AKP’ye ait olmadığı gibi salt Türkiye’ye özgü de değil. Türkiye gibi devlet eliyle kapitalistleşen bütün ülkelerde Rusya’daki devlet imtiyazlı zenginler için kullanılan Oligark gibi yandaş sermaye mevcut. Batının imtiyazlı ÇUŞ’ları bile oligarklarla aynı değildir. Her ne kadar Kapitalizm tarihçisi Lefevbre Kapitalizmle devlet arasındaki sırtını yağlama ilişkisine değinerek Kapitalizmin serbest ticaret olgusundan farklı bir şey olduğunu ve Tekelin kapitalizme içkin bir şey olduğunu söylese de bizdeki beşli çete gibi değildir.
Hülasa esasa gelirsek İzmir Selçuk’ta yangında ölen o çocuklar aslında tam da batıdaki gibi bir müddet sonra kısmen devletten bağımsızlaşan mülkiyet ilişkilerinden doğan sınıf ilişkisi olmadığı için öldüğü ile kaldı. Şu anda Çayırhan Termik Santralı için özelleştirme kararı aldığı için kendilerini Madene kapatan işçiler de devlet eli ile imtiyazlı kapitalist sınıflar yaratma politikasının bir sonucu olarak harcanabilir hayatlar kapsamındalar.
Başa dönersek Müstekbirler Mustazaflara zerre değer vermiyor çünkü onların hayatını zaten harcanabilir hayatlar olarak görüldüğü için yaşamaları ile hayatta kalmaları arasında bir fark yok onlar nezdinde, çünkü işçiden, çocuktan bol bir şey yok onların ölmeleri ya da yoksul kalmaları Kader çünkü zaten mustazaf olarak doğmuşlar.
Ve evet tüm mülkiyetler hırsızlıktır ve evet tüm mülkiyet ilişkileri birer tahakküm egemenlik ilişkisidir Marksistlerden farklı olarak biz Anarşistler için mülkiyet devleti yaratmamıştır, devlet mülkiyeti ve mülk sahibi sınıfları yaratmıştır Mülkiyet tahakkümün çocuğudur. Ve Türkiye’de olan da budur. Mülkiyet her yerde hırsızlıktır, her yerde Tahakkümdür ama Türkiye’de daha da böyledir. Türk sermaye sınıfı Tahakküm ilişkilerinin düğüm noktası olan Devletin rahminde oluşup büyümüştür ve daha bir gaddardır. Daha fazla Müstekbirdir. Ama onlara bu gücü veren madunların/mustazafların sessizliği ve içinde bulundukları durumu sessizce kabul eden mütevekkil bir haldir. Ama bunu doğuran da modern devletin ceberutuydu gaddarlığı olmuştur. Uğur Cankoçak’ın benim için daima referans olacak veciz sözü durumu izah eder Demokrasi Halkın Bastille Hapishanesini Bastığı Gün Başlamıştır. Ve bu ülke de Bastilleleri basacak donsuzlar*, kudurmuşlar** yani direnişçi mülksüz sınıflar olmadığı için ne sınıflar arasında bir idare ilişkisi olan bir Hukuk nizamı ne de onun gözetiminde yürüyen bir biçimsel demokrasi olmadı. Demokrasinin keskin bir sınıf mücadelesi ile elde edilen bir hediye olduğunu bilmedi bizim işçi sınıf. Bu nedenle de kendinde sınıf oldu ama kendi için sınıf olamadı. 15-16 Haziranı saymazsak Kemalist Cunta işçi direnişlerini kanla boğdu. Hâsılı ne kadar köfte o kadar ekmek tüm varlığını ortaya koyan asi sınıflar olmadıkça daha çok çocuk ölecek, daha çok işçi kapı önüne konup özelleşmiş madenlerde üretim zorlaması ile ölecekler. Ne zamanki yoksul sınıflar barikatlara doluşup devlete pabucun pahalı olduğunu gösteri o zaman bu ülkede de hukuk ve demokrasi oluşur.
Hamurabinin sarayı için daha çok kanla yoğrulmuş tuğla gerek. Ve o saraylar basılmadıkça da kanlı tuğlalarla yükselen saraylarındaki Hamurabiler mustazaflara hor görü ile bakacak, onları ezmeye devam edecek. Yardım denen rüşvet de bu nedenle değişmesi gereken bir bütündür. Çünkü yardımla söke söke alınan hak arasındaki fark yardım edenin insafı kadardır ona yalakalık etmezse, onun çıkarına olmazsa kesilir o yardımlar.
Pirin dediği gibi gelin münkirlere kılıç çalın, zalimlere çalın ki kafatasların tuğla yerine geçtiği Saraylar için ölmesin çocuklar. Dubai çikolatası:)) da yiyebilsinler. Proudhonla başladım onunla bitirelim. “Ya aklımızın ürünü bir zafer kazanacağız ya da rezilliğimizin sonucu bir sefalet çukurunu boylayacağız.”
[1] Giorgio Agambenin meşhur ettiği İstisna kavramına bir gönderme olan bu kavramla kastım başta sendika olmak üzere işçi sınıfına egemden sınıf için bir ölçüde güvence veren, yoksulları su yüzeyinde tutan ekonomik tüm hakların askıya alınmasıdır. Bu da ayrı bir yazı olsun.
[2] Yeri gelmişken başta İhsan Eliaçık olmak üzere kapitalizm eleştirisi yapanların sınıf ilişkilerini Marksdan çok daha derin bir analize imkân veren kendi kitaplarından yapmamaları da ayrı bir eksiklik olarak geliyor bana. Kuran meseleyi Marks okuru Ali Şeriatiden daha derin ele alıyor. Çobanıl bir toplumda mülk sahibi sınıfların aynı zamanda iktidar sahibi olduklarını ve sahip oldukları güçle övünmeleri nedeniyle Egemen sınıfa tam da bu böbürlenmeciliği temelinde tanım getiriyor. Tek tanrıcı dinlerin çobanıl toplumlarda ortaya çıkması rastlantı değil çünkü sürüsü çok olanların zengin olduğu bir toplumda sınıf çelişkileri de daha keskindir ve daha bir göze batar.
[3] Pierre Joseph Proudhon-Mülkiyet Nedir-Çev: Devrim Çetin Kasap, İş Bankası Kültür Yayınları,-İstanbul-2010 s:15
* San Cülotta (Külotsuzlar-Donsuzlar) Fransa da soylulara özgü Pantolon giymeyen baldırı açıkta bırakan bermuda pantolon giyen en dipteki ama en direnişçi mülksüzler sınıfına Burjuvazinin ve egemenlerin yüreğine korku salan radikal ve isyancı bir mülksüzler sınıfıydılar.
** Engrajeler bunlar da Fransız devriminin en vahşi proleter sınıflarındandır egemen sınıflara karşı vahşi davranışları nedeni ile yine Burjuva sınıfınca tehlikeli tehditkâr bulunarak bu ad verilen yoksul devrimci sınıf.