Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 109. Dönem Kaymakamlık Kursu Kura Töreni’nde yaptığı konuşma, Türkiye’de uzun süredir devam eden dil ve kimlik haklarıyla ilgili sorunlara dair çelişkili bir tabloyu gözler önüne seriyor. Erdoğan, “inançlarını özgürce yaşamak isteyen” ve “anasının dilini konuşan” vatandaşların geçmişte ötekileştirildiğini, haksızlığa uğradığını söylese de, bu açıklamaların mevcut iktidarın 22 yıllık yönetimi altında hâlâ devam eden dil ve kimlik sorunlarıyla çeliştiği aşikâr.
Çelişkili Söylem: Geçmiş mi, Bugün mü?
Erdoğan’ın, geçmişte vatandaşların anadillerini konuşamadıklarını ve haksızlığa uğradıklarını vurgulaması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir konuya işaret ediyor. Ancak, Erdoğan’ın sözleri, hâlâ devam eden uygulamalarla tezat oluşturuyor. Örneğin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Kürtçe ya da Süryanice konuşmaların “bilinmeyen dil” olarak kaydedilmesi, bu ötekileştirmenin hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Anadilde eğitim hakkının ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı bir ortamda, bu sorunları sadece geçmişe yüklemek, mevcut yönetimin sorumluluğunu hafifletmeye çalışmak gibi duruyor.
TBMM’de Dil Yasağı: Demokratik Mi?
Son yıllarda TBMM’de farklı dillerin kullanılması konusundaki yasaklar, dil hakları açısından ciddi bir problem teşkil ediyor. DEM Parti Mardin Milletvekili George Aslan’ın Süryanice yaptığı Noel kutlamasının meclis tutanaklarına “…” şeklinde geçmesi, bu yasakların en güncel örneklerinden biri. Bir ülkenin parlamentosu, halkın temsil edildiği en üst düzey demokratik platformdur. Farklı dillerin bu platformda yer bulamaması, o ülkenin demokrasisinin eksik kaldığının bir göstergesidir. Erdoğan’ın “devlet, milletinin hizmetkârıdır” sözleriyle bu uygulamalar arasındaki uyumsuzluk, demokratik haklar ve özgürlükler açısından sorgulanmalıdır.
Kürtçe ve Süryanice: Dil Özgürlüğü Neden Kısıtlanıyor?
Kürtçe ve Süryanice gibi diller, Türkiye’de yüzyıllardır konuşulan diller olmasına rağmen, resmi platformlarda kullanılmaları hâlâ büyük bir direnişle karşılaşıyor. Leyla Zana’nın TBMM’de Kürtçe konuştuğu için büyük bir politik fırtınaya yol açması ve “bilinmeyen dil” olarak nitelendirilmesi, Erdoğan’ın bahsettiği dil özgürlüğünün tam olarak hayata geçirilmediğini gösteriyor. Bu durum, Türkiye’de dil haklarının evrensel insan haklarıyla ne kadar örtüştüğü konusunda ciddi soru işaretleri doğuruyor.
22 Yıllık İktidar ve Anadil Sorunu
Erdoğan, konuşmasında anadil sorununun geçmişten kaynaklanan bir problem olduğunu iddia ederken, 22 yıldır ülkeyi yöneten bir lider olarak bu sorunu çözmek adına neler yapıldığı konusunda net bir açıklama yapmıyor. Anadilde eğitim hakkı ve kamusal alanda dil özgürlüğü, bir toplumun kültürel zenginliğini korumanın temel yollarından biridir. Ancak Türkiye’de bu haklar hâlâ sağlanmış değil. Anadillerin baskı altına alınması, kültürel çeşitliliği tehdit eder ve toplumda kutuplaşmayı derinleştirir.
Nefret Söylemi ve Ötekileştirme: Siyaset Hâlâ Kutuplaştırıyor
Türkiye’de dil ve kimlik haklarına dair sorunların çözümü, toplumun bütün kesimlerini kapsayan bir yaklaşımı gerektirir. Ancak, Mustafa Destici’nin nefret dolu söylemleri gibi örnekler, siyasi söylemlerde hâlâ kutuplaştırıcı bir dilin hakim olduğunu gösteriyor. Siyaset, toplumu birleştirmek yerine bölmeye devam ettikçe, dil ve kimlik sorunları daha da derinleşecektir. Erdoğan’ın konuşmasında ifade ettiği “bürokratik oligarşi” yerine, toplumun tüm kesimlerinin haklarına saygı duyan ve kutuplaşmayı önleyen bir siyaset anlayışı geliştirilmelidir.
Türkiye’nin Demokratikleşme Sürecinde Dil ve Kimlik Haklarının Önemi
Erdoğan’ın yaptığı konuşma, dil ve kimlik hakları konusunda Türkiye’nin hâlâ kat etmesi gereken uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Geçmişteki ötekileştirme politikalarının sadece tarihsel bir sorun değil, bugün de devam eden yapısal bir problem olduğu açık. Türkiye, toplumsal barış ve demokratikleşme sürecinde dil ve kimlik haklarına yönelik kısıtlamaları aşmak zorundadır. Anadilde eğitim hakkı, kamusal alanda özgürce dil kullanımı ve herkesin kimliğini özgürce ifade edebildiği bir toplum yaratmak, sadece bu ülkenin değil, her demokratik toplumun temel hedeflerinden biri olmalıdır.