Bugün Kazdağları’nda madencilik faaliyeti nedeniyle kesilmeye başlanan 1 milyon ağaç ve bu alanda yaşayan hayvanların yaşam alanlarının yok olmasına karşı bir miting yapıldı.
Doğanın tahribatına karşı çıkan insanların bir araya gelerek seslerini yükseltmesi, hâlâ umudun ve direnişin var olduğunu gösteriyor. Ancak bu eylemin ardında, sadece bir çevre hareketinin ötesinde çok daha derin bir anlam yatıyor.
Bu yazıyı yazarken, hem doğanın hem de insanın nasıl sistematik bir şekilde tükendiğini düşündüm. Doğa ile olan bağımızı yeniden keşfetmek, sadece ormanları korumak değil, kendimizi ve özgürlüğümüzü yeniden tanımlamak anlamına geliyor. Bu düşüncelerle, doğa ve insan arasındaki ilişkileri sorgulamak, bizim varoluşsal sorumluluğumuzu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Doğayla var olma çabası, sadece çevreci bir yaklaşımın ötesinde, insanın kendini ve özgürlüğünü yeniden tanımlama sürecini barındırır. İnsanlar, uzun zamandır doğayı hükmedilmesi gereken bir kaynak olarak görmüş, ona üstünlük sağlamayı ilerleme olarak tanımlamıştır. Oysa, gerçek özgürlüğün, doğaya hâkim olmaktan değil, doğayla bir arada ve uyum içinde yaşamanın yollarını aramaktan geçtiğine inanıyorum. Bu, insanın doğayla bağlarını güçlendiren bir özgürlük anlayışını da beraberinde getirir: İnsan kendini doğanın efendisi değil, doğanın eşit bir üyesi olarak görmelidir.
Özgürlüğümüzü, doğayı tüketme ya da onu dilediğimizce değiştirme hakkı olarak değil, doğayla ve diğer canlılarla saygıya dayalı ilişkiler kurabilme yeteneği olarak yeniden tanımlamak zorundayız. Doğaya karşı sorumluluğumuz yalnızca çevreyi koruma yükümlülüğü değil, ahlaki ve etik bir gerekliliktir. Bu yeni özgürlük anlayışı, insanın yalnızca fiziksel bir varlık olmadığını; aynı zamanda ahlaki değerleri olan bir canlı olarak, doğaya ve tüm canlılara karşı bir sorumluluğu olduğunu savunur.
Günümüz toplumlarında, doğanın sınırsızca sömürüldüğü bir ilişki anlayışı hakim. İnsan, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için ormanları kesiyor, nehirlerin yataklarını değiştiriyor, doğal yaşam alanlarını yok ediyor. Bu müdahaleler doğanın kendine özgü dengesini bozarak ekosistemleri tehdit ediyor. Ancak, doğayla uyumlu bir varoluş, insanın doğaya müdahale etmektense, onun döngülerine saygı göstermesi gerektiğini öne sürer.
Sadece doğal kaynakları tüketmeye odaklanmak yerine, doğanın kendini yenileme gücüne katkıda bulunmak, insani bir sorumluluk haline gelmelidir.
Doğayla birlikte yaşamak, pasif bir şekilde çevreyi korumak değil, doğanın döngülerini anlamayı ve ona uygun hareket etmeyi gerektirir. Sürdürülebilir tarım, yenilenebilir enerji kullanımı, doğal yaşam alanlarını koruma gibi adımlar; toplum olarak doğanın sağlığını önemsemenin yollarıdır. Böyle bir yaşam tarzı, yalnızca doğayı değil, insanın kendini ve varoluşunu anlamlandırmasını sağlar.
İnsan, doğanın bir üyesi olduğunu kabul ettiğinde; çevresini yalnızca hammadde kaynağı olarak değil, bir yaşam alanı olarak görebilmeye başlar.
Doğadan uzaklaştıkça, insanlar yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal anlamda da bir kopuş yaşar. Modern dünyada doğa, çoğu zaman yalnızca bir hammadde kaynağı ya da estetik bir manzara olarak görülür. Beton yapılar, asfalt yollar ve yapay ışıklarla çevrili şehirlerde yaşayan birey, doğal dünyanın özgürce nefes alan döngülerinden kopmuş, kendi yarattığı bir yapay çevreye mahkum olmuştur. Bu, insanın içsel huzurunu derinden etkiler.
Doğadan kopuş, bireyin anlam arayışını yitirmesine, kendini dünyadan izole ve kaybolmuş hissetmesine yol açar.
Bir zamanlar ormanlar, nehirler ve gökyüzü ile doğrudan bir ilişki kuran insan, modern yaşamın sunduğu konfor ve teknolojik gelişmelerle, doğayla bağını bir anlamda feda etmiştir. Bu bağın kopması, insanın ruhsal anlamda doğayla kurduğu kadim ilişkinin zayıflamasına ve bunun sonucunda, içsel huzursuzlukların ve tatminsizliklerin artmasına neden olur. İnsan, doğada kendini bütün hisseder; toprağa basmanın, gökyüzüne bakmanın, bir ağaç altında oturmanın verdiği huzur, modern yaşamın getirdiği yapay uyaranlarla kıyaslanamayacak kadar derindir. Ancak modern şehirlerde, birey her gün doğadan biraz daha uzaklaşır ve kendini beton ve çelik duvarlar arasında sıkışmış hisseder.
Bu yabancılaşmanın ruhsal ve psikolojik etkileri göz ardı edilemez. Doğadan kopan insan, gün geçtikçe daha fazla stres, kaygı ve tatminsizlik duyar. Modern yaşamın getirdiği hız, yoğunluk ve sürekli bir şeye yetişme telaşı, bireyin doğayla yeniden bağ kurmasına olanak tanımaz. Doğada var olan ritmik döngüler, insan ruhuna sakinlik ve denge getirirken, yapay çevrelerde bu dengeyi yakalamak neredeyse imkansız hale gelir. Bu nedenle, şehir hayatının koşuşturması içinde kalan birey, kendini sıkışmış ve sürekli bir boşluk içinde hisseder. Doğanın sunduğu dinginlikten yoksun kalmak, insanı yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da yorgun kılar.
Doğayla bağ kurmanın insan ruhuna sağladığı tatmin duygusu, günlük yaşamda birçok kişinin deneyimlediği ancak kelimelere dökemedikleri bir eksikliktir. Bu eksiklik, modern çağın huzursuz bireylerini yaratır. Örneğin, şehirdeki yoğun iş temposundan kaçıp birkaç gün doğada vakit geçiren bir insan, ruhundaki huzuru, dinginliği yeniden keşfeder; ancak şehre döndüğünde bu duygular hızla kaybolur. Doğanın karmaşasız yapısı, insanın iç dünyasındaki karmaşaları yatıştırır; şehir yaşamının yapay karmaşası ise bu iç huzuru bozar.
İnsan, kendini doğadan kopuk hissettikçe, doğal döngüleri de anlamakta zorlanır. Bu kopukluk, bireyin yaşamındaki anlam duygusunu zedeler. Doğanın döngüsel yapısı, mevsimlerin geçişleri, gece ile gündüzün ritmik dönüşümü, insanın hayatında farkına varamadığı bir anlam katar. Bu döngülerin dışında kalan insan, zamanı da yalnızca bir yarış olarak görmeye başlar. Oysa doğada zaman, bir yarış değil, bir uyum döngüsüdür. Doğayla bağ kurmak, insanın kendini bu döngünün bir parçası olarak hissetmesini sağlar, böylece yaşamı daha derin ve anlamlı bir şekilde algılar.
Doğal bir çevrede yaşayan insan, yapay çevrelerde yaşayanlara göre daha dengeli ve huzurludur. Doğaya yakın olmak, insanın kendini yeniden anlamlandırmasına yardımcı olur. Oysa, doğanın tahribatı ve yapay bir dünyaya mahkûm olmak, insanın ruhunda derin yaralar açar, toplumsal huzursuzlukları tetikler. İnsan doğayla barışık olmadığında, kendi iç huzurunu da yitirir.
Doğayla olan bağımızı yeniden canlandırmak, bireysel çabalardan çok daha fazlasını; mevcut sistemin dayattığı tüketim kültürüne, rant odaklı ekonomiye ve doğayı sömürmeyi sürdüren kurumlara karşı aktif bir direnişi gerektirir.
Günlük yaşamımızı doğayla uyumlu hale getirmek bireysel bir seçim değil, sisteme karşı güçlü bir duruştur. Küçük bir bahçe ekmek, yerel üreticilerden alışveriş yapmak, doğada vakit geçirmek gibi adımlar basit tercihler gibi görünebilir; ancak bunlar aynı zamanda kapitalizmin dayattığı kitlesel üretim ve tüketim çarkına karşı bir başkaldırıdır. Atıklarımızı azaltmak, çevremizi bilinçle gözlemlemek, doğanın dengesine zarar veren alışkanlıklarımızı sorgulamak, sisteme karşı çıkmanın ve doğayla yeniden bağ kurmanın en temel yollarındandır.
Toplumsal düzeyde ise, sistemin bize dayattığı sözde “doğa dostu” politikalar ya da göstermelik projelerle yetinemeyiz. Gerçek değişim, devletlerin ve şirketlerin yürüttüğü doğa tahribatına karşı örgütlü bir direnç oluşturmakla mümkündür. Çevre bilincini artıran çalışmalar, mevcut otoriteden bağımsız hareketlerle yapılmalıdır; çünkü mevcut kurumların ve politikaların büyük çoğunluğu, çevreyi korumaktan çok kendi çıkarlarını koruma amacındadır. Bu nedenle, doğanın sürdürülebilirliğini sağlama çabaları, sisteme karşı duran bireylerin ve kolektiflerin, doğayı kendi çıkarlarına alet eden yapılara karşı mücadele etmesiyle anlam kazanır.
Doğayı korumak için devletten ya da büyük şirketlerden değil, tabandan yükselen dayanışma ve direniş hareketlerinden medet ummalıyız.
Doğayı tüketmek yerine onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmek, insan olmanın derin anlamını yeniden keşfetmektir. Bu çaba, yalnızca bir çevre hareketi değil; insanın, kendini, varlığını ve değerlerini radikal bir biçimde sorgulaması gereken bir bilinçlenme sürecidir. Doğaya hükmetmek ya da onu yalnızca bir kaynak olarak görmek, insanın kendini doğanın dışında ve ondan üstün bir konuma yerleştirme yanılgısından gelir. Oysa doğa bize ne üstün ne de aşağıdadır; biz onun ayrılmaz bir parçasıyız. Bu bütünlüğü anlamak, özgürlüğümüzün gerçek anlamını da gözler önüne serer: Özgürlük, doğanın bir parçası olarak, onunla uyum içinde ve diğer tüm canlılarla eşitlik temelli bir varoluşu kabul edebilme cesaretidir.
Bu anlayışı benimsemediğimiz sürece, yalnızca doğayı değil, kendimizi de tüketmiş olacağız. Doğaya hükmetme arzusuyla iç içe geçmiş modern yaşam biçimi, insanı yalnızca dış dünyasıyla değil, içsel dünyasıyla da çatışma içine sokar. Gerçek özgürlük, doğayla barış içinde yaşamaktan, çevremizle uyumlu ve dengeli bir bağ kurmaktan geçer.
Özgürlüğü yeniden tanımlamak, doğayla, diğer canlılarla ve kendimizle kurduğumuz ilişkinin farkına varmaktan ibarettir. Bu farkındalığı kazanmadığımız sürece, yalnızca tüketen, tükenen ve doğadan kopuk bir varlık olmaya devam edeceğiz.