Hindukuş Himalaya buzullarının erimesi, kapitalist sistemin sınırsız tüketim arzusunun yıkıcı sonuçlarını gözler önüne seriyor. İki büyük Asya devi Hindistan ve Pakistan arasında yaklaşan su krizinin, ekolojik bir felaketi nükleer çatışmaya dönüştürmesi an meselesi. Bu kriz, kapitalizmin tüketim alışkanlıklarına karşı küresel bir direnişi gerektiriyor.
Hindukuş Himalayaları’ndaki ekolojik yıkım, kapitalizmin insanları ve doğayı tüketim odaklı makinalara indirgeme politikalarının somut bir sonucu olarak karşımızda duruyor. Himalaya buzullarının erimesi sadece bir çevre sorunu değil; tüketim toplumunun ve küresel ekonominin, doğanın sınırlarını hiçe sayarak hareket etmesinin doğrudan bir yansımasıdır. Himalayalar, kapitalist sistemin önemsiz bir detayı değil; bu sistemin fosil yakıt bağımlılığı ve bitmek bilmeyen üretim-tüketim döngüsü içinde tüketilen binlerce ekosistemden biri haline gelmiştir.
İklim değişikliğinin Himalaya buzulları üzerindeki etkileri, kapitalizmin genişleme hırsıyla hareket ettiği, doğanın ise bir araç olarak görüldüğü bir dünyanın resmini çiziyor. Kapitalizmin temelinde yatan büyüme arzusu, gezegenin doğal dengesini bozmaya devam ederken, Himalayalar gibi doğal hazineler eriyip yok oluyor. Daha da kötüsü, bu yok oluş sadece ekolojik bir felaketle sınırlı kalmayıp, Hindistan ve Pakistan gibi tarihsel gerilimlerle yüklü nükleer güçlerin arasında bir su krizine neden olabilir.
Bu noktada kapitalizm, sadece doğayı değil, toplumları da birer tüketici kitle olarak şekillendiriyor. İhtiyaçtan çok, arzular ve tüketim talepleri üzerinden kurgulanan bir ekonomi, su gibi hayati kaynakların bile metalaştırılmasına neden oluyor. Himalaya buzulları, kapitalist sistemin sürekli talep ettiği enerji ve kaynak tüketiminin doğrudan bir kurbanı. Kapitalizm, doğayı sonsuz bir hammadde kaynağı olarak görmekle kalmıyor, aynı zamanda bu kaynakların tükenmesi durumunda yaşanacak insani krizleri de göz ardı ediyor. Kapitalizmin en büyük yalanlarından biri, büyümenin sürekli devam edebileceği yanılgısıdır; oysa büyüme, sınırlı bir dünyada sonsuza dek süremez. Himalayaların eriyişi bu sınırlılığın en keskin örneği.
Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde pirinç tarımına olan bağımlılık, hem ekolojik hem de toplumsal bir felaketi daha da derinleştiriyor. Kapitalist sistemin küresel ölçekte dayattığı tarım politikaları, monokültür tarımını yaygınlaştırarak biyoçeşitliliği yok ediyor ve yerel halkları doğaya daha fazla bağımlı hale getiriyor. Himalaya buzulları eridiğinde, bu ülkelerin tarım sistemleri çökecek ve ortaya çıkan açlık ve su krizi, toplumsal bir patlamaya neden olacak. Ancak kapitalizmin mantığında, bu tür krizler bile yeni kazanç fırsatları olarak görülüyor. Çünkü krizler, kapitalizmin sürekli yeniden üretildiği anlar olarak işlev görüyor.
Çözüm, kapitalizmin köklü bir şekilde reddedilmesinde ve alternatif bir yaşam biçimi inşa edilmesinde yatmaktadır. Kapitalist tüketim alışkanlıkları yerini, doğayla uyumlu, yerel ve küçük ölçekli üretim biçimlerine bırakmak zorundadır.
Himalaya buzullarının erimesi, küresel bir ekolojik direnişin işaret fişeği olmalıdır. Bu direniş, sadece çevreyi korumak için değil, kapitalist tüketim kültürüne karşı bir başkaldırı niteliği taşımalıdır. Çünkü kapitalizmin dayattığı sistemin sonu, sadece doğanın değil, insanlığın da yok oluşudur.
Konu ile ilgili Dilaver Demirağ’ın hazırladığı detaylı bir analizi incelemenizde fayda görüyorum.