Tuba Torun- Vesaire-25/11/2023
Mirabel Kardeşler, nam-ı diğer “Kelebekler” Dominik Cumhuriyeti’nde faşist Rafael Trujillo yönetimine karşı mücadele veriyordu. Trujillo, “ülkenin en büyük iki sorunu kilise ile Mirabel Kardeşlerdir” diyerek Kelebekler’i hedef gösterdi. Daha sonra, 25 Kasım 1960’ta, Mirabel Kardeşler, tecavüz edilmiş ve bir uçurumdan atılmış halde bulundu. Katilleri bulunamadı, daha doğrusu bulunmadı. Bu vahşi cinayet kayıtlara “trafik kazası” olarak geçti. Kısa süre sonra, Trujillo diktatörlüğü de devrildi.
25 Kasım, Mirabel Kardeşler anısına bütün dünyada “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak anılıyor. Türkiye’de de bu anlamlı gün, şiddete karşı isyanımızı dile getirdiğimiz bir gün olarak, çeşitli etkinliklerle, eylemlerle anılıyor.
Kelebeklerin ömrü kısadır, bilirsiniz. Ama onlar öyle doğarlar zaten. Kısa yaşamak üzere dünyaya gelirler. Peki, kadınlar? Onların ömrünün ne kadar olacağına erkekler nasıl karar verebiliyor? Hastalık mı? Hayır, kesinlikle değil. Cinnet mi? Bu da değil. Fazla sevgiden mi? Bu hiç değil. Töre mi? Çoktan kapandı o devir, hiç olmamalıydı. Haksız tahrik mi? Katiyen değil. Fakat halen indirimi yapılıyor. Nasıl peki? Bir erkek bir kadının ömrüne nasıl değer biçebiliyor? Bu sorunun cevabı yok. Olamaz. Çünkü cinayetin bahanesi yok.
Kadın cinayetleri önlenebilir. Bunun türlü yolları var, yasaları var, sözleşmeleri var, yıllar boyu uygulanan, uygulanması planlanan ve henüz üretilmeyi bekleyen politikaları var. Bu yüzden ne diyoruz? Kadın cinayetleri politiktir. Aslında kadına yönelik şiddetin kendisi politiktir.
Benim de yıllardır birlikte çalıştığım, 2010’da kurulan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “kadın cinayetleri” kavramını öne çıkarmış, kadın cinayetlerini durdurmak gibi son derece ağır bir misyonu kendine düstur edinmiş, bu yönde ciddi bir farkındalık uyandırmış, sayısız aileye omuz vermiş ve şiddete maruz bırakılmış sayısız kadının sesini duyurmuş önemli bir dernek. Kadın cinayetlerinin, son iki yıldır da şüpheli ölümlerin verilerini tutuyor. Ayrıca kadınların kimler tarafından, ne şekilde, hangi araçlarla öldürüldüğü gibi verileri de kamunun bilgisine sunuyor. Bu verileri, basına yansımış haberler üzerinden toparlıyor. Normalde bu vazife devletindir; devlet, veri tutmakla ve kamuyu bilgilendirmekle yükümlüdür. Fakat, ne yazık ki, ilgililer kadınların korunması ve şiddeti önlemek adına ya veri tutmamayı tercih ediyor ya da tuttuğu verilerin basına yansıyan kadarıyla bile hakikatle uzaktan yakından ilgisi yok.
Tablo Fazlasıyla İç Karartıcı*
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2015’ten itibaren tutmuş olduğu kadın cinayetleri verilerine bir bakalım: 2015’te 303 kadın cinayeti, 2016’da 328 kadın cinayeti, 2017’de 409 kadın cinayeti, 2018’de 440 kadın cinayeti, 2019’da 474 kadın cinayeti, 2020’de 300 kadın cinayeti ve 171 şüpheli ölüm, 2021’de 280 kadın cinayeti ve 217 şüpheli ölüm, 2022’de 334 kadın cinayeti ve 245 şüpheli ölüm gerçekleşmiş.
Bu tablo fazlasıyla iç karartıcı, şüpheli ölümler de hesaba katıldığında (ki şüpheli ölümler çok daha tehlikeli ve sinsi bir durum olarak ayrı bir inceleme konusudur) kadın cinayetlerinin günbegün arttığı görülüyor. Kadınların öldürülme biçimleri giderek vahşileşiyor. Her gün birbirinden beter cinayet haberleriyle uyanıyoruz.
Münevver Karabulut, 2009’da İstanbul’da Cem Garipoğlu tarafından öldürüldü, cesedi parçalara ayrıldı, bir gitar çantasına ve bavula konarak çöp konteynerine atıldı. 2015’te Mersin’de bindiği minibüste Suphi Altındöken tarafından kaçırılan, tecavüze direndiği için elleri kesilip yakılarak bir ormana gömülen Özgecan Arslan cinayeti ülkemiz için bir dönüm noktası oldu. Kırıkkale’de Emine Bulut’un (çocuğunun gözleri önünde) Fedai Varan tarafından boğazı kesildi. İstanbul’da Aylin Sözer, Kemal Ayyıldız tarafından yakılarak öldürüldü. Muğla’da Pınar Gültekin, Cemal Metin Avcı tarafından önce yakıldı sonra bir varile konularak üzerine beton döküldü. Kocaeli’nde 9 aylık hamile Hatice Senem evli olduğu Mehmet Senem tarafından iki gün boyunca darp edilmek ve daha sonra başına sert bir cisimle vurulmak suretiyle öldürüldü. İzmir’de Olcay Altundağ tarafından fuhşa zorlanan Özler Yörük, üç gün boyunca işkence edilerek kaynar suyla boğulmak ve üzerine benzin dökülüp yakılmak suretiyle öldürüldü. Bu vahşet listesi uzayıp gidiyor.
Şiddeti önlemede devletin Yükümlülükleri Vardır
Kadına yönelik şiddet ve bir şiddet biçimi olarak kadın cinayetleri politiktir, çünkü şiddeti önlemede ve şiddet mağdurunu korumada devletin yükümlülükleri vardır. Bu sorumluluk, anayasayla güvence altına alınmıştır. Anayasanın 10. maddesinin 2. fıkrası “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz,” der, ayrıca pozitif ayrımcılığa vurgu yapar. Aynı şekilde 41. madde “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” demek suretiyle ailenin, kadının ve çocuğun korunması gerekliliğinden bahseder.
Bununla birlikte, imza atmış olduğumuz CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi), ne yazık ki hukuka ayrı şekilde çekilme kararı almış olduğumuz İstanbul Sözleşmesi ve diğer birçok uluslararası metin de devletin şiddeti önleme yükümlülüğünün altını çizer. Şiddet önlenebilirdir; devlet bu yönde politika üretmek, yasalarını düzenlemek ve bunları en özenli şekilde uygulamakla yükümlüdür.
Devletin bu yükümlülüğünü vurgulayan, Türkiye’de kadına yönelik şiddet bakımından adeta dönüm noktası diyebileceğimiz bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı var elimizde: Opuz Kararı (Nahide Opuz, evli olduğu erkek tarafından sistematik şiddete maruz bırakılmaktaydı).
Eşitlik Aynılık Değil Eşit Muamele Görmektir
Peki, gelelim asıl soruya: Kadın cinayetleri neden artıyor? Kadın cinayetleri artıyor, çünkü sorunun kökenine inmek yerine geçiştiriyoruz, “mış gibi” yapıyoruz. Sorunun kökeni, her bireyin zihniyetinde dallanıp budaklanmış durumda. İnsan hakları ve eşitlik bilincinin erken yaşlardan itibaren çocuklara aşılanması şart. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” dersinin, İstanbul Sözleşmesi’nde de hüküm altına alındığı üzere, zorunlu müfredata girmesi gerekli. 7’den 70’e, çocuklardan ebeveynlere, polislerden imamlara, hâkimlerden eğitmenlere herkesin eril zihniyetten arındırılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğini benimsemesi gerekiyor. Yani en hayati önleyici tedbir “eğitim”. Oysa bu yapılmıyor. Yapılmadığı gibi, “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı dahi “toplumsal cinsiyet adaletine” dönüştürülüyor. Oysa, eşitlik, kadınla erkeğin mutlak eşitliği, aynı şekilde davranması, 100 metreyi aynı hızda koşması veya 40 kiloyu kaldırabilmesi değildir.
Eşitlik, eşit muamele görmektir. Adalet, yanında eşitlik ve özgürlük kavramları olmadan son derece eğilip bükülebilir, güvenilmez bir kavramdır. Zira, kimin adaleti? Hitler’in adaleti mi? Gandhi’nin adaleti mi? Platon’un adaleti mi, hak edene hak ettiği kadar muamele mi? Kim, neyi hak ediyor? Örneğin, kadının mirastan eşit değil de dörtte bir pay alması mı adil? Kadın dayağı hak ediyor mu? Kime göre ediyor, kime göre etmiyor?
Anlaşılacağı üzere, öncelikle toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını “benimsememiz”, daha sonra bu yönde “eğitilmemiz” gerekiyor. Bunu yapmıyor oluşumuz şiddetin artış sebeplerinin başında geliyor.
Kararlılık Yoksa Yasalar Kâğıt Üzerinde Kalır
İkinci mesele, yasalar ve yasa yapıcılar-yasa uygulayıcılar çevresinde dönen yasal sorunlar. Yasaların şiddeti önleme yönünde daha sağlam hale getirilmesi bir yana, kazanılmış haklarımıza yönelik olumsuz birtakım girişimler. Kürtaj hakkının sınırlandırılması, nafakanın sınırlandırılması, aile arabuluculuğunun konuşuluyor olması, cinsel istismar mağduru ile failin evlenmesi halinde failin cezasının affedileceğine veya erteleneceğine ilişkin teklif, “kadının beyanı esastır” ilkesinin dahi tartışmaya açılması vb. girişimler bizi geriye götürüyor.
Her ne kadar yasaların şiddeti önlemede önemli bir rolü varsa da devlet eğer şiddeti önleme konusunda yalnızca Anayasa’nın 10. maddesiyle de bu görevi yerine getirebilir. Fakat bu konuda kararlılık yoksa yasalar da yalnızca kâğıt üzerinde kalan yazılı metinlerden ibaret olacaktır. Dolayısıyla, mevcut yasaların da kadına yönelik şiddeti önleme doğrultusunda etkin şekilde uygulanması esastır. Örneğin, hepimizin artık aşina olduğu haksız tahrik ve iyi hal indirimlerinin dezavantajlı gruplara yönelik şiddet söz konusu ise uygulanmaması gerekir. İstanbul Sözleşmesi de etkin cezalandırmadan bunu kasteder. Kadına yönelik şiddet varsa failin en üst sınırdan ceza alması gerekir. Hâkim ve savcıların bu yönde kanaat kullanması -eğer şiddeti önlemek istiyorsak- zorunludur. Şiddetin bahanesi yoktur.
Tam da bu noktada, şiddeti meşrulaştıran her türlü söz ve davranışın da kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini artırdığını söyleyebiliriz. Yine, hepimize maalesef çok tanıdık gelen “O da dekolte giymeseydi, o da gece dışarı çıkmasaydı, o da alkol almasaydı, o da o erkeğin evine girmeseydi” gibi sözler artık hiçbirimizin duymaya dahi tahammülünün kalmadığı şiddeti normalleştiren sözlerdir. Bunları, kitlelere hitap eden kişiler söylediğinde katlanan bir etkiyle, mağdurun şiddeti hak ettiğine ilişkin bir mesaj verilmiş olur.
Erkek Yargı: Eril Bakışla Yargılama Yapan Yargı
“Erkek yargı” derken, kadını suçlayan eril bir bakış açısıyla yargılama yapan yargıyı kastediyoruz. Yargının, dikkatini kadının mağduriyeti üzerine değil, “ama onun da kaşındığı, arandığı, tahrik ettiği, rızasının olduğu, iftira attığı” üzerine yoğunlaştırmasına karşı haklı bir öfke duyuyoruz. Siyasi iklimden ve siyasi iktidarın kadın politikasından -veya politikasızlığından- etkilenen bir yargı istemiyoruz. Bizler, kadınlar ve dezavantajlı tüm gruplar olarak, adil ve özenli bir yargılama için sosyal medyada adalet aramak veya mahkeme salonlarını zapt etmek zorunda kalmak da istemiyoruz. Bunları yaptığımız için kimse bizi suçlayamaz. Suçlanacak birileri varsa, o da bu ortama mahal verenlerdir.
Ceza hukuku bir sonuçtur. Önemli olan, vaka vuku bulmadan önce müdahale edebilmek, önleyici ve koruyucu tedbirleri hayata geçirebilmektir. Yaptırımların caydırıcı olması muhakkak ki çok önemli; fakat her “çözüm” denildiğinde de cezaların ağırlaştırılmasının gündeme getirilmesi, son derece yüzeysel bir tutumla isyan edenlerin ağzına bir parmak bal çalmaktan başka bir şey ifade etmez. Esas çözüm, şiddeti önleyebilecek politikalar üretmek ve bu politikaları hayata geçirmektir. Tüm bunların aksine davranmak, şiddet faillerini ve suç potansiyeli taşıyan kişileri cesaretlendirmek anlamına gelir.
Kadına yönelik şiddetin artışı tesadüf değildir, politiktir.
* Ara Başlıklar Bize Aittir