Güney Afrika’da kuraklık her geçen gün daha fazla can alıyor, sadece insanları değil, hayvanları da bu felaketin ortasında bırakıyor. Su kaynakları kurudukça, yiyecekler tükeniyor; insanlar ve hayvanlar hayatta kalma mücadelesi verirken devletler ve hükümetler gözlerini doğrudan doğaya dikiyor.
Ama ne yapıyorlar?
Sorunu çözmek yerine, çözümü yaban hayatını katletmekte buluyorlar. Namibya’da 700’den fazla fil, zebra ve su aygırı öldürüldü. Zimbabve’de de aynı senaryo sahneleniyor. Su ve yiyecek için rekabet ettikleri gerekçesiyle filler hedef tahtasına konuluyor.
İşte karşımızda klasik bir tablo: Hükümetler ve sermaye sahipleri, doğanın yağmalanmasını kendi çıkarlarına uygun hale getiriyor, krizin asıl kaynağını gizliyor. Kimse sormuyor, bu kuraklık neden bu kadar derinleşti?
El Niño etkisi mi? Elbette. Ama iklim değişikliğini tetikleyen nedir?
Kim bu felaketin arkasındaki sorumlular? İklim değişikliğinin başlıca nedeni kapitalist üretim tarzıdır. Sermaye sınıfı, karlarını arttırmak için doğayı acımasızca tüketiyor. Fosil yakıt şirketleri, devasa tarım endüstrisi, şehirleşme politikaları… Bu düzen, doğayı sömürerek dünyayı çorak topraklara çeviriyor.
Bu tabloyu gördüğümüzde, krizin gerçek mağdurlarının sadece insanlar değil, aynı zamanda yaban hayatı olduğunu fark etmek zorundayız. Filler, zebralar, su aygırları… Bu hayvanlar ekosistemin ayrılmaz bir parçası. Büyük otçulların ekosistemdeki rolü yok edildiğinde, bitki örtüsü bozulur, toprak verimsizleşir, diğer türler de bu denge bozuldukça yok olur. Bu ekolojik tahribat, sadece yaban hayatını değil, yerel toplulukların geçim kaynaklarını ve yaşam koşullarını da yok ediyor.
Ancak burada asıl dikkat çekmemiz gereken nokta, bu krizin insani ve ekolojik yıkımını durduracak politikaların yerine, hükümetlerin hala kısa vadeli, sermaye yanlısı çözümlere başvurmasıdır. Yaban hayatının katledilmesi, turizmi ve ekonomiyi kısa vadeli kurtarma girişiminden öteye geçmez.
Peki ya uzun vadede?
Ya iklim değişikliği daha da kötüleşirse?
Ya su ve yiyecek kaynakları tamamen tükenirse?
Bu sorulara verilen cevaplar genelde yok, çünkü sistem, bu soruların yanıtını aramaktansa sadece günü kurtarmaya odaklanıyor.
Çözüm ise çok açık: Kapitalizmin doğayı ve yaşamı metalaştırmasına karşı direnmek, gerçek sürdürülebilirlik politikalarını hayata geçirmektir. Su kaynaklarının adil ve eşit paylaşımını sağlamak, enerji politikalarını dönüştürmek, yaban hayatını koruma altına almak ve en önemlisi iklim krizine karşı radikal önlemler almak zorundayız. Yerel toplulukları güçlendirmeden, ekosistemleri yeniden inşa etmeden bu krizi aşmamız mümkün değil.
Ama burada bir parantez açalım:
Bu felaket sadece Güney Afrika’ya özgü değil. Yarın Türkiye’de, Avrupa’da, Asya’da benzer sorunlarla yüzleşeceğiz. Dünya genelinde iklim değişikliğine karşı etkili bir mücadele vermedikçe, ne yoksulluğu ne de ekolojik yıkımı durdurabiliriz. Kapitalizmin bu krizi çözme şansı yok, çünkü kapitalizm krizin kendisi. Yaban hayatının katledilmesi, devletlerin acizliğinin bir başka göstergesidir. Bu düzen sürdürülemez ve bu krizin bedelini daha fazla insan ve hayvan ödemeden harekete geçmeliyiz.
Kapitalizm, krizi daha fazla sömürüyle çözmeye çalışıyor, ama bu yıkımın sorumlusu olan sistemden çözüm beklemek boşuna. İklim adaleti mücadelesi, sosyal adalet mücadelesidir. Bu yüzden, dayanışmayı güçlendirmeli, ekosistemi korumalı ve doğaya sahip çıkmalıyız. Çünkü bu krizin çözümü, sermayenin değil, halkın elinde.