Bir toplumun vicdanını yitirdiği yerler genellikle o toplumun sınırlarını çizen baskı araçlarıdır. Bugün, direnişi “suç” ilan eden yasalarla, hak taleplerini bastırmak için yargıyı kullanan bir sistemle karşı karşıyayız.
Trans Onur Haftası Komitesi’nin çağrısı, bu acımasız gerçekliğin bir yankısı. 6 Şubat depreminde hayatını kaybedenleri anmak isteyen LGBTİ+ aktivistleri, bunu unutturmamak için Süreyya Operası önünde bir basın açıklaması yapmaya kalktıklarında devletin şiddetiyle karşılaştılar. Polis ablukası altında, bir direniş biçimi olarak adlandırılması gereken “işkence”yle gözaltına alınan 11 aktivistin çığlığına kulak vermemiz gerekiyor.
Bu hukuksuzluğun ilk duruşması 13 Kasım’da gerçekleşecek ve bu, toplum olarak hangi tarafın parçası olduğumuzu göstermemiz gereken bir andır. Soru basit: Hayatı ve hakları için direnenlerin yanında mıyız, yoksa iktidarın kör şiddetinin mi?
Devletin “kamu düzeni” adı altında meşrulaştırmaya çalıştığı bu zulmü kabul etmeyen herkes, direnme haklarını kullanarak orada olmalı.
Anmalar, tıpkı varoluş gibi, hiçbir yasayla, hiçbir güçle susturulamaz. Sistem, bir anmanın “suç” olduğunu iddia ediyor; fakat buradaki tek suç, katliam gibi yönetilen bir felaketin sorumluluğunu halktan saklamaya çalışmak. Şimdi direniş, nefret politikalarına karşı sadece bir protesto değil; var oluşun kendisini savunma mücadelesidir.
“Sizin yalan iddianameleriniz, polisiniz, yandaş medyanız varsa bizim de büyüyen bir mücadelemiz var,” diye haykırıyor Trans Onur Haftası Komitesi ve bu sözler bir çağrı niteliğinde.
Unutmayalım, direniş hakkı bir haktır ve toplum olarak bu hakkın arkasında durmalıyız. Yarın susturulmak istenenler, belki de sadece varlıklarıyla suçlanan bizler olacağız.
Ne Olmuştu?
10 Şubat’ta İstanbul Trans Onur Haftası’nın Süreyya Operası önünde düzenlediği eyleme polis müdahale etmiş ve eyleme katılan 11 kişi işkenceyle gözaltına alınmıştı. Avukatlar ve gazeteciler ise polis tarafından oluşturulan çemberin dışında tutulmuştu.