Mohamed Abdou*– Al Jazeera-13 Aralık 2023
Geçtiğimiz iki ay boyunca Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın dört bir yanında Filistin halkıyla dayanışma amacıyla protesto yürüyüşleri düzenlendi. Bu yürüyüşler, aralarında çok sayıda yerli ulus ve topluluğun da bulunduğu geniş bir kitleyi bir araya getirdi.
Katılımcılar “ABD emperyalizmini“ İsrail’in saldırganlığına, etnik temizliğine ve soykırımına olanak sağlamakla suçlarken, diğerleri İsrail’in kendisini “yerleşimci sömürgeciliği” ile suçladı.
Ancak, birçok katılımcı – özellikle Filistin yanlısı göçmenler – yerleşimci sömürgeciliği ile kendi ilişkilerini anlamakta başarısız oldular. Birçoğumuz ABD ve Kanada’yı iyi ekonomik fırsatlar sunan seküler demokrasiler olarak görüyoruz, İsrail’e örnek teşkil eden yerleşimci-sömürgeci toplumlar olarak değil. Yerleşimciler olarak kendi suç ortaklığımızı görmezden geldik.
Müslümanlar ve Güney Asyalı, Kuzey Afrikalı ve Arap göçmen yerleşimciler, Amerika ve Kanada’nın var olma hakkının meşruiyetini ve bu ülkelerde ulusal kimlikleri üstlenirken yaptıkları ve “evlerinde” Yerli halkların, yurtdışında ise emperyalist maceracılığın zararına olan maliyetli değiş tokuşu sorgulamalıdır.
Yerleşimci-Kolonyal Tarih Göz Ardı Edildi
Göçmen Müslümanların önemli bir kısmı, Amerikan toplumlarının manifest destiny, keşif ve terra nullius doktrinleri, Protestan etiği, ortak hukuk mülkiyet hakları ve Viktorya dönemi cinsiyet ve cinsellik kavramları gibi beyaz üstünlükçü dini doktrinler tarafından ayakta tutulduğunu anlamıyor gibi görünüyor.
Bunun yerine, ABD’ye “gelen” Müslümanlar, Amerika’daki yerleşimci sömürgeciliğin tarihini -İslamofobi ve Yerli karşıtı söylemlerin yanı sıra Siyah karşıtlığı ve Yahudi karşıtlığının ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğu bir tarih- göz önünde bulundurmalıdır.
15. yüzyılın sonlarında Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını fethetmesi, Avrupalı Haçlıların Endülüs’teki Müslümanları ve Yahudileri sürmesi, öldürmesi ve din değiştirmeye zorlaması sona ererken başladı.
Orada, Müslümanlar ve Yahudiler ırksal ve dinsel olarak “düşman”, “vahşi” ve “dinsiz” olarak damgalandılar; bu ötekileştirme, Kolomb ve ardıllarının Amerika’daki yerli halkları “kan içiciler”, “yamyamlar” ve “şeytanlar” olarak tanımlayarak gördükleri merceği renklendirdi.
Bunlar basit hakaretler değil, Avro-Amerikan Hıristiyan dini ve ırksal insanlıktan çıkarma anlatılarıydı ve sonunda ABD dini doktrinine, hukukuna ve yerleşimci tutumlarına girdiler.
Yerli topraklarının ve kaynaklarının kamulaştırılmasının yanı sıra Siyah halkları hedef alan köleleştirme ve devam eden “kölelik sonrası yaşam” projelerini meşrulaştırmak için kullanıldılar. Aynı zamanda son yıllarda Müslüman yasaklarına, ABD hükümetinin Siyonist yerleşimci sömürgeciliğine verdiği sınırsız desteğe ve “teröre karşı savaş” kapsamında yaşanan ölüm ve yıkıma neden olan İslamofobiyi de yönlendirdiler.
Müslüman göçmenler, ABD’nin yerleşimci-sömürgeci projesini kökten sorgulamak yerine, bunu kanıksamış ve emperyalist ABD dış politikasının etkileriyle harap olmuş ülkelerden gelmiş olsalar bile, kendi yerleşimci-sömürgeci suç ortaklıklarını görmezden gelerek, kendilerini “iyi liberal yerleşimciler” olarak kabul ettirmeye çalışmışlardır.
American Nightmare
“Amerikan Rüyası “nın hayali vaadine duyulan bu sevgi, seçici bir şekilde alıntılanan Amerikan karşıtı Müslüman Malcolm X’in “Amerikan Kâbusu” olarak adlandırdığı şeye ters düşmektedir ve son yıllarda artan Yerli aktivizminin yanı sıra Yerli, Filistinli ve karşılaştırmalı yerleşimci-sömürge çalışmalarında geniş bir akademik birikime rağmen varlığını sürdürmektedir.
Bu aktivizm ve çalışmalar, ABD’nin yurtdışındaki emperyal taahhütlerinin, Kuzey Amerika’daki Siyah halklara ve Yerli halklara – ya da ikincisinin Kaplumbağa Adası* olarak adlandırdığı yere – karşı uyguladığı şiddetten beslendiğini anlamamıza yardımcı oluyor.[1]
Toronto Üniversitesi’nde eleştirel ırk ve yerli çalışmaları profesörü Eve Tuck ve San Diego’daki California Üniversitesi’nde etnik çalışmalar profesörü K Wayne Yang’ın Dekolonizasyon Bir Metafor Değildir başlıklı makalelerinde yazdıkları gibi: “Petrol savaşın motoru ve nedenidir, tuz da öyleydi, su da öyle olacaktır. Toprak, hava ve su parçaları üzerindeki yerleşimci egemenliği bu emperyalizmleri mümkün kılan şeydir. … ‘Kızılderili Ülkesi’ Vietnam, Afganistan ve Irak’ta ABD ordusu tarafından ‘düşman bölgesi’ için kullanılan bir terimdi.”
Irak savaşı buna bir örnektir. Eleştirmenler ve bazı ABD’li yetkililer, petrol devi Halliburton’un eski CEO’su olan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin öncülük ettiği savaşın büyük petrol şirketlerine fayda sağlama amacı taşıdığı konusunda kararlıydı. Ancak, ABD savaş uçaklarının, seyir füzelerinin ve zırhlı araçlarının, bugün ABD’yi dünyanın en büyük petrol üreticisi ve açık ara en büyük kirleticisi haline getiren, yerli topraklardan çıkarılan bol petrol kaynaklarından elde edilen yakıt olmadan 2003 yılında Irak’a inemeyeceği gözden kaçtı.
Standing Rock Kızılderili Bölgesi’nin yakınından geçecek olan Dakota Erişim Boru Hattı’na karşı 2016 yılında yerli halkın öncülüğünde düzenlenen NoDAPL protestoları, Müslüman ve Filistin yanlısı aktivistlerin merkezde yer alması için ve hem yurt içinde hem de yurt dışında yerleşimci sömürgeciliği arasında daha derin bağlantılar kurması için kaçırılmış bir fırsattı.
Yerleşimci sömürgeciliğin yurtiçi ve yurtdışındaki ilişkisinin bir başka bariz örneği de geçen yıl misafir öğretim üyesi olarak bulunduğum ve son haftalarda Filistin yanlısı aktivizmin merkezi haline gelen Cornell Üniversitesi’nde yaşandı.
New York’un pastoral kırsalında şelaleler, geçitler ve her daim yeşil alanlarla dolu Cornell, ABD tarihindeki en büyük üniversite arazisi gaspı ve 15 eyaletteki 250 farklı Yerli halktan 10,7 milyon dönüm (4,3 milyon hektar) arazinin çalınarak üniversitelere devredildiği 1862 Morrill Yasası’nın en büyük yararlanıcısı olarak kabul ediliyor.
Bu sayede Cornell, arazinin ana geliri ve sermayesinin yanı sıra mineraller, kaynaklar, madencilik ve su ile ilgili yüzey çıkarma haklarından da faydalanmaktadır. Cornell Üniversitesi ayrıca 1912 yılında kurulan ve askeri araştırma ve geliştirme laboratuarları Filistinlilerin mülksüzleştirilmesi teknolojilerine öncülük eden Technion-İsrail Teknoloji Enstitüsü ile de ortaktır.
Müslümanların Özel Sorumluluğu
Yerleşimci sömürgeciliğine yaptığımız yatırımı anlamak, bizi buna tamamen karşı çıkmaya itmelidir. Bu, grev gözcülüğünden, eğitim seminerlerinden, Boykot-Tasfiye-Yaptırım (BDS) kampanyalarından, kısa vadeli kriz yönetimine dayanan silah üreticilerini abluka altına almaktan veya Cornell gibi toprak gaspı üniversitelerinde geleneksel hale gelen performatif toprak kabullerinden daha ileri gider.
Dönüşümsel dayanışma, üzerinde bulunduğumuz toprakların yerel, tarihi ve maddi coğrafyaları da dâhil olmak üzere tüm ilişkilerimizin dönüşümünü talep eden ortak manevi, etik ve siyasi taahhütlere dayanan uzun vadeli bir süreç anlamına gelir.
Filistinli akademisyen Dana Olwan’ın On Assumptive Solidarities in Comparative Settler Colonialisms başlıklı makalesinde yazdığı gibi, “Yerli aktivistlerin Filistin yanlısı etkinliklerin açılış törenlerine davet edildiği” olaylar çoktur ve genellikle “Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri yerleşimci sömürgeciliğinin daha derin bir şekilde sorgulanmaması ve meydan okunmaması ve dolayısıyla bu tür devletlerin şiddetinin normalleştirilmesi” ile canlandırılmaktadır.
Bu tür dönüşümsel dayanışma yeni değildir. Örneğin, Orta Doğu dışında en büyük Filistinli nüfusuna sahip ülke olan Şili’de Filistinlilerin her yıl Yerli Halklar Günü geçit töreninde Yerli Mapuche halkıyla dayanışma içinde yürümesi ve onlarla birlikte toprakta çalışması geleneksel hale gelmiştir.
Pan-Afrikalı ruhani devrimci Kwame Ture’nin (Stokely Carmichael) ifade ettiği gibi: “Mobilizasyonun yaptığı şey, insanları meseleler etrafında harekete geçirmektir. [Ancak devrimci olan bizler sorunlarla ilgilenmeyiz. Biz sistemle ilgileniyoruz. … Seferberlik genellikle reform eylemlerine yol açar, devrimci eylemlere değil.”
Bu dayanışma hatları ABD’de seferberlik düzeyinde gerçekleşirken, örgütlenme düzeyinde tutarsızdır. Arazi kabulleri niyet, amaç ve hepsinden önemlisi eylemle ilgilidir.
“İslam ve Anarşizm: İlişkiler ve Rezonanslar” adlı kitabımda yazdığım gibi, Müslüman göçmen yerleşimciler sadece İslamofobinin jeopolitik bağlamı ve İslam’ın Avrupa-Amerikan Hıristiyanlığına göre özsel bir öteki olması nedeniyle değil, aynı zamanda İslam’ın sosyal adalet üzerine kurulması ve sosyal adaletle ilişkisi nedeniyle de harekete geçme konusunda özel bir sorumluluk taşımaktadır.
Bu sorumluluktan kaçarak, özellikle de kendisini göçmen Güney Asyalı ve Kuzey Afrikalı Müslümanlar olarak tanımlayan bizler, çalıntı topraklarda Siyonist olurken aynı zamanda Filistin’i -ve kendimizi- özgürleştirme konusundaki ikiyüzlü fantezilerimizi de ifşa etmiş oluyoruz. Bu nedenle ABD ve Kanada’daki biz göçmenler, Filistin’i destekleme, kölelik karşıtı ve sömürgecilik karşıtı bir İslam kurma ve Yerlilerin topraklarına geri dönme ve Siyahların tazminat taleplerinde Yerli ve Siyah halklarla ittifaklar kurma konusundaki etik-politik taahhütlerimizi ciddi bir şekilde yeniden gözden geçirmeliyiz. Gerici “hayatta kalma” ve “direniş” paradigmalarının ötesine geçerek kolektif yaşamımızı, gelişmemizi ve özgürleşmemizi merkeze alan pro-aktif stratejik hareket hedeflerine yönelmeliyiz. Filistin’in özgürleşmesi aynı zamanda Kaplumbağa Adası’ndaki Yerli ve Siyah insanların özgürleşmesiyle iç içe geçmiştir. Filistin işgalini sona erdirmek için, büyülenmiş Amerikan/Kanada sahte rüyası yıkılmalı ve yerini gerçekten sömürgecilikten arındırılmış büyüleyici bir başka rüya almalıdır
* Dr. Mohamed Abdou, Kuzey Afrikalı-Mısırlı Müslüman bir anarşist, disiplinlerarası aktivist-bilim insanıdır. Columbia Üniversitesi’nde Orta Doğu, Güney Asya ve Afrika Çalışmaları (MESAAS) alanında Arcapita Misafir Yardımcı Doçentidir ve yakın zamanda Cornell Üniversitesi’nde doktora sonrası bursunu tamamlamıştır. Islam & Anarchism: Relationships & Resonances (Pluto Press, 2022) adlı kitabın yazarıdır. Ulusötesi etnografik ve tarihsel-arşivsel doktora tezini Islam & Queer-Muslims: Identity & Sexuality in the Contemporary (2019) başlıklı çalışma ile yazdı. Orta Doğu-Kuzey Afrika ve Kaplumbağa Adası’nda kapsamlı saha çalışması deneyimi ile dekoloniyal ve post-kolonyal çalışmalar alanında uzmanlaşmış bir akademisyen olarak çalışmalarını sürdürüyor.
* Kaplumbağa adası Kanada da farklı Kızılderili halklarının yaşadığı bir ada adını bir Kızılderili yaratılış mitosundan alıyor. Yerlilere göre dünyanın sularla kaplı olduğu bir zamanda farklı hayvanlar, toprağı geri getirmek ve toprak yaratmak için okyanusun dibine yüzmeye çalıştı ama hepsi başarısız oldu. Misk sıçanı bu görevi deneyen son hayvandı. Misk sıçanı derinlerde yüzdü ve uzun süre su altında kaldı. Sonunda misk sıçanı patilerinde bir miktar ıslak toprakla yeniden yüzeye çıktı. Ne yazık ki yüzmek misk sıçanının canını aldı ama Nanabush (yaşam yaratma gücüne sahip doğaüstü bir varlık) toprağı alıp bir kaplumbağanın sırtına yerleştirdi. Bu hareketle birlikte kara oluşmaya başladı ve Kaplumbağa Adası haline geldi.
[1] Kaplumbağa adasında yerlilere karşı uygulanan tahakkümün kökleri Kolomb’un burayı keşfetmesi ile başlasa da ABD ordusunun bu adayı işgali ve yerli halkı topraklarından sürmesine dayanır. Bu süreçteki önemli olaylardan biri ‘Gözyaşlarının İzi’ydi. Yerli Amerikalıları topraklarından uzaklaştırmak ve onları çalmak amacıyla, 1830’da Başkan Andrew Jackson ‘Kızılderililerden Uzaklaştırma Yasası’nı imzaladı. Bu yasa, ABD ordusunun Cherokee, Choctaw, Creek, Chickasaw ve Sminole halklarını topraklarından günümüz Oklahoma’sına kadar zorla sürmesine izin verdi. ‘Gözyaşı Yolu’ zorlu arazi ve kış koşullarında yaya olarak yapılan zorlu yolculuğu ifade ediyor. Yerinden edilen kişilerin kesin sayısı bilinmiyor ve kaynaklar, topraklarından mülksüzleştirilen Kızılderililerin 60.000 ila 100.000 arasında değiştiğini tahmin ediyor. Trajik bir şekilde, ABD hükümetinin ve ordusunun eylemleri sonucunda yolculuk sırasında 15.000’e yakın insan öldü