Bu ülkede siyasi gündem, devletin Kürtlere yönelik bakış açısını, kendisini tekrar tekrar yeniden üreten bir film gibi bizlere izletiyor.
En son Devlet Bahçeli’nin DEM Parti yöneticileriyle tokalaşması, ardından Bahçeli, Erdoğan ve CHP’den Özgür Özel’in peş peşe yaptığı açıklamalar, bu filmi bir kez daha sahneye koydu.
Ana başlık yine “terör,” “iç düşman,” “dış tehdit” ve “Kürt sorunu” oldu. Farklı çevrelerden gelen destek, şüphe, tereddüt ya da karşı çıkışlarla herkesin bu “tehdit” tanımları etrafında konum almaya zorlandığı bir ortamda, yaşananlar aslında son derece tanıdık.
Peki, bu hikaye neden durmadan tekrarlanıyor?
Asıl sorunları örtbas etme ihtiyacı mı, yoksa toplumsal ve siyasi talepleri bastırma refleksi mi? Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamalarına gözü kapalı destek veren çevreler var, bu açıklamaları sanki “aklı başında” bir açıklama gibi alaya alanlar var; dahası, konuyu milliyetçilikle temellendiren bir gruba sözde “demokrat” aydınlar da eklendi.
Cumhuriyet gazetesinde yazan “laik, demokratik” aydınlarımızdan Ö. K. Öymen ve Sinan Meydan, konuya “bu Kürt sorunu da durduk yere ortaya atıldı, provokasyonla gündeme taşındı” diyerek kendi açılarını belli ettiler.
Öymen, “Cumhuriyet yurttaşları kanun önünde eşittir” diyerek, Cumhuriyet ideolojisinin tüm etnik kökenleri “Türk ulusu” potasında erittiğini savunuyor. Meydan da benzer bir şekilde “Atatürk’ün laik Cumhuriyeti, tüm yurttaşları din ve ırk farkı gözetmeden eşit kabul etmiştir” diyerek adeta Osmanlı’dan beri süregelen inkâr siyasetini yeniden kutsuyor. Kürtlerin ana dilinde eğitim gibi talepleri, bu yazarlara göre Türkiye’nin “üniter yapısına aykırı.” Hatta ana dilde eğitim talebinin emperyalizme hizmet ettiğini bile ileri sürüyorlar. İki yazar, Türkiye’nin sosyo-politik yapısını ve sorunlarını herhalde “çağdaş” bir bakışla bu şekilde özetliyorlar.
Bu “Üniter Yapı” Kaygısı Nedir, Nereden Geliyor?
Öymen ve Meydan gibi düşünenler, ana dilde eğitim isteyen milyonlarca Kürdün talebinin “bölünme tehdidi” olduğuna inanıyor. Fakat nedense bu korkunun neden ve nasıl gerçekleşeceğini bir türlü açıklamıyorlar. İsviçre örneğine bir bakın: Fransızca, Almanca, İtalyanca konuşulan, çok dilli bir ülke. Halkı ne parçalanma peşinde, ne de üniter yapıyı tehdit eden bir dil sorunu var. İsviçreliler birbiriyle dillerini kaybetmeden yaşıyor, ama bu ülkede ana dilde eğitimin bölünmeye yol açacağı korkusu yayılıyor.
Bu yazarlar şovenist bakış açılarıyla, bir ulusun dilini serbestçe öğrenmesini, konuşmasını, hatta eğitimini dahi Türkçeye bağımlı kılmayı marifet sanıyorlar. Kürtlerin talebini inkâr eden ve bastıran devlet aygıtları, bu baskıyla sorunu daha da derinleştiriyor, var olan toplumsal yarayı büyütüyor. Bu ülkede yasakların çözüm olmadığını tarih defalarca göstermedi mi? Bu “Kürt sorunu” denilen mesele, basit bir “dış mihrak” masalı ile açıklanacak bir konu değil.
Bölünme ve Üniter Yapı Takıntısı
Bugün Kürt halkı, Türklerle eşit haklar temelinde birlikte yaşamak istiyor. Bölünmek isteyen değil, ulusal hakları tanınmayan, inkar edilen bir halkın mücadelesine tanık oluyoruz.
Kürt halkı, ulusal haklar temelinde eşit bir toplumda yaşama arzusunu defalarca dile getirdi. Kürtler ana dillerini öğrenmek, çocuklarını ana dillerinde okutmak istiyorlar. Baskı, yasak, inkâr çözüm olsaydı bu mesele çoktan tarihe karışırdı.
Peki, Erdoğan ve Bahçeli’nin baskıcı politikalarına göz kırpan ve Kürt halkının taleplerini küçümseyen sözde “demokrat” çevreler, bu sorunun çözümü için ne öneriyor? “Sorun yok” demekle sorun ortadan kalkıyor mu?
Baskıyı artırmak, Kürtlerin taleplerini “terör” ile yaftalamak, çözüm değil sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Geriye sadece karşılıklı güvensizlik, dışlama ve öfke kalıyor. Bir halkın kendi dilini yaşaması, konuşması, kültürünü sürdürmesi, temel bir haktır ve bu hakkın inkâr edilmesi baskı ve çatışma üretmekten başka bir işe yaramaz.
Bu ülkede Kürt sorununun, yasakçı anayasa ve faşizan milliyetçilikle çözülmeyeceğini anlamak bu kadar zor olmamalı.