Kapitalist kentleşme, toplumu sadece mekânsal olarak değil, toplumsal olarak da parçalamaktadır. Bu süreç, kentlerin yalnızca sermaye birikimi ve kâr amacıyla yeniden inşa edilmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda bu kentsel dönüşümün yarattığı eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştirir.
Lefebvre’in kent hakkı anlayışına göre, kent, bireylerin özgürce var olabileceği, kendi yaşamlarını şekillendirebileceği bir alan olmalıdır. Ancak sermaye odaklı bu kentleşme, bu hakkı gasbederek, kenti sadece bir kâr aracı haline getiriyor. İşte bu noktada, kapitalist kentleşmeye karşı duruş sergileyen anarko-sendikalist bir yaklaşımın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Kent hakkı, kentsel alanlarda sadece kaynaklara erişim değil, aynı zamanda kentsel kararlar üzerinde söz sahibi olma hakkıdır. Ancak bu hak, kapitalist sistemin ve onun iktidar mekanizmalarının engelleriyle karşı karşıya kalıyor.
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi reformist yaklaşımlar, kent kaynaklarına erişim ve kent kararlarına katılım gibi sınırlı haklar sunsa da, bu hakların genişlemesine engel olurlar. Bunun sonucunda, kent hakları mücadelesi, bu engellerin ve baskıların yarattığı boyunduruktan kurtulamaz.
Kent Suçu ve Kapitalizmin Kirli Yüzü: Antakya
Kent suçu, Türkçe literatürde genellikle kapkaç, gasp, cinayet gibi suçlarla ilişkilendirilir. Ancak burada suç tanımını genişletmek gerekiyor. Kent suçu, sadece bireylerin suç işlemesiyle ilgili değildir; aynı zamanda sistemin kentleri, doğayı ve insanları nasıl sömürdüğünün de bir yansımasıdır.
Kapitalist kentleşme, büyük şehirlerde ve kırsal alanlarda eşitsizlikleri derinleştirirken, bu eşitsizliklere karşı bir direniş alanı yaratılmasına engel olur. Antakya örneği, bu bağlamda önemli bir örnek sunmaktadır. 6-20 Şubat Depremleri ile neredeyse tamamen yerle bir olan Antakya’da, kamu kurumları ve yerel yönetimler, felaketi fırsata çevirmeye çalışırken, kent hakkı mücadelesi büyük bir darbe almıştır. Deprem, doğal bir afet olmaktan çıkarılarak, tamamen insan kaynaklı bir felakete dönüştürülmüştür.
Kapitalist kentleşme, kent suçlarını yalnızca fiziksel yapılarla değil, hukuki ve toplumsal yapılarla da güçlendirir. Türkiye’de uygulanan imar affı ve benzeri politikalar, kentsel suçların üzerini örtmeye çalışırken, toplumu suça ortak eder. İmar barışı adı altında uygulanan bu politikalar, kent hakkını gaspedip, tüm toplumu suçla yüzleştirir.
Küçük çaplı imar suçları, büyük ölçekli kentsel suçlarla birleştirilir ve herkesin suçun parçası haline gelmesi sağlanır. Bu da, halkın sağlıklı bir kentleşme talebinin önünü keser ve toplumsal direnişin gücünü zayıflatır.
Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı eserinde belirttiği gibi, güç ve iktidar, denetim ve gözetim aracılığıyla kendisini meşrulaştırır. Aynı şekilde, kent politikaları da bu meşruiyeti inşa etmek için kentsel suçları tanımlar ve bu suçlar üzerinden toplumu kontrol eder. Kent suçu, sadece kentte işlenen bireysel suçlar değil, aynı zamanda kentlerin sermaye için yeniden şekillendirilmesi, halkın sesinin kısılması ve toplumun adaletsizliğe karşı durma gücünün kırılmasıdır.
Antakya’da Kent Suçunun Somutlaşması: Kentsel Dönüşüm ve Kent Hakkı İhlalleri
Antakya, kapitalist kentleşme ve imar affı uygulamalarının en büyük kurbanlarından biridir. Depremin ardından kent, neredeyse tamamen yok olmuşken, imar planlamaları ve kent tasarımı eşitsizliği daha da derinleştirdi.
Halkın sesi duyulmadan, kentsel dönüşüm adı altında, sermaye gruplarına alan açıldı. Bu dönüşüm, toplumu daha da yoksullaştırarak, onları yerinden yurdundan etti. Yani, Antakya bir suç mahallidir. Burada işlenen suç, yalnızca geçmişte ve şu anda gerçekleşen yapılaşmalarla sınırlı değildir; aynı zamanda alternatif bir kent inşa etme fikrinin engellenmesi, yeniden şekillendirilen mekânların halktan kopuk bir şekilde inşa edilmesi de bir suçtur.
Antakya, kent hakkı mücadelesinin nasıl zayıflatıldığını, halkın iradesinin nasıl yok sayıldığını ve yerel halkın kentten nasıl dışlandığını gösteren bir örnektir. Kentin bütünlüğü bozulmuş, halkın ihtiyaçları göz ardı edilmiştir. Burada, kentsel suçların önünü açan imar affı ve buna benzer politikalar, halkın bu suçlara karşı direnişini zayıflatmakta, kentsel hak mücadelesini boğmaktadır.
Kent Hakkı Mücadelesi ve Direnişin Önemi
Kent hakkı mücadelesi, yalnızca bir kentin fiziksel yapısına dair değişiklikler yapmayı amaçlayan bir süreç değildir; bu mücadele, daha derin bir toplumsal dönüşüm ve adalet talebidir. Kent hakkı, bireylerin yaşadığı alanları, çevrelerini ve toplumsal ilişkilerini şekillendiren, kamusal alanın doğru kullanımını savunmayı içerir. Bu hak, kapitalist kentleşmenin yarattığı eşitsizlikleri ve sömürü düzenini eleştirirken, aynı zamanda daha özgür, eşitlikçi ve dayanışmacı bir kent yaşamı kurma çabasını barındırır. Kapitalist sistemin kentsel alanlarda dayattığı düzen, yalnızca yapısal sorunları değil, aynı zamanda toplumsal eşitsizlikleri, sınıf farklarını, ırksal ve kültürel dışlanmayı da derinleştirir. Bu noktada, kent hakkı mücadelesi, bireylerin kentsel alanları yalnızca yaşam alanları olarak değil, toplumsal eşitlik ve özgürlük için bir mücadele alanı olarak görmelerini gerektirir.
Antakya örneği, bu mücadelenin ne kadar acil ve zorlayıcı olduğunu gözler önüne seriyor. 6-20 Şubat Depremleri sonrası yaşanan yıkım ve kentteki yeniden yapılanma süreci, kapitalist kentleşmenin ne kadar derinlemesine işlediğini ve halkın sesinin ne kadar yok sayıldığını net bir şekilde gösteriyor. Deprem sonrası Antakya’daki yapılaşma, kapitalizmin çıkarları doğrultusunda planlanmış ve halkın iradesiyle uyumlu olmayan bir süreçte şekillenmiştir. Bu durum, sadece Antakya’da değil, Türkiye’nin genelinde benzer şekilde gelişen bir kentleşme biçiminin sonucudur. Kentin yeniden inşası sürecinde halkın talepleri göz ardı edilmekte, sermaye odaklı projeler ön plana çıkarılmaktadır. Bu da halkın yaşadığı bölgeyi yeniden şekillendirme hakkının gasp edilmesi anlamına gelir. Kentin fiziksel yapısına dair her müdahale, aynı zamanda halkın toplumsal yapısına ve değerlerine bir saldırı niteliği taşır.
Kent suçları, yalnızca bireylerin işlediği suçlar olarak tanımlanamaz. Bu suçlar, aynı zamanda bir sistemin, kapitalist kentleşmenin ve devletin bilinçli olarak yarattığı bir yapıdır. Bireysel suçlar, toplumsal adaletin ve eşitliğin yok sayılmasının, eşitsizliklerin ve dışlamaların sistematik bir sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, kent suçları yalnızca bireysel bir sorumluluk değil, aynı zamanda bu suçları normalleştiren ve sistematik hale getiren, toplumu buna ortak eden bir yapıdır. Bu yapı, kentte yaşayanların çoğunluğunun katılımını, göz yummasını ya da sessizliğe bürünmesini sağlayarak, suçları meşrulaştırır ve toplumsal yapı içinde kabullenilir hale getirir.
Özgür ve eşitlikçi bir kent yaratma mücadelesi, kapitalist kentleşmenin yarattığı her tür ayrımcılığa, toplumsal eşitsizliğe ve çevresel tahribata karşı kesintisiz bir direniş hattı olmalıdır. Bu direniş, sadece mevcut düzenin eleştirisini değil, aynı zamanda başka bir kent kurma tahayyülünü, toplumsal dayanışma ve eşitlik temelinde bir yaşam alanı yaratma mücadelesini de kapsar.